24 Ekim 2011 Pazartesi

Kurân size damladı mı?



Sanal dünyada mâlumâta ulaşmak ve onu paylaşmak,  hayalleri aşan seviyede kolaylaşınca ve hız kazanınca, dînimizi bilmek ve araştırmak ihtiyacımız da gün yüzüne çıktı.Her zaman hissettiğimiz bu ihtiyacın karşılanabilmesinin yolları çoğaldı ve geçmiş zamanlara kıyasla daha ziyâde çeşitlendi...

Bu çoğalış ve çeşitlenme o kadar büyük bir ivme ile gerçekleşti ki, ister istemez "kalite" gerilerde kaldı. Sanal dünyanın sınırsız vusûlü, "usûl"ü harcadı gitti!

Tahminim ve ümîdim odur ki bu zaafiyet kalıcı olmayacak ve "usûl" ile elbet bir gün buluşacağız!

İşte böyle bir sanal trafikte, bana da bazı sorular yöneltildiği ve cevaplar istendiği olmuştu... 

2007'nin ikinci yarısında gelen bir soru şöyleydi:

"Kim Kurân'dan ne anlıyorsa öyle uygularsa, ama bunda gerçekten samimi ise ona sizce mesuliyet var mı? Eğer varsa, illa o insan birilerine mi uymalıdır? Peygamber hayatta olmadığına göre, ondan daha iyi de Kurân'ı kimse anlamadığına göre…???"

Bizim cevabımız şuydu... 

"Kendisinden daha bilgili olanlardan yararlanmak zarureti vardır. Dikkat lütfen, mükellefiyet demiyoruz; zarûret diyoruz. Özellikle buna vurgu yapıyoruz...

Çünkü, daha bilgili olanın ilminden yararlanmak mükellefiyeti eşyanın tabiatından doğan bir zarurete dayanmaktadır...

Herkes müslüman olabilir ve fakat herkes her konuda âlim olamaz.. Herkesin dinde âlim olmasını beklemek, herkesin peygamber olmasını beklemek kadar mânâsızdır…

Önemli ve gerekli olan dînimizi ve Kurân’ımızı daha güzel ve esaslı kavrama yolunda ilminden yararlandıklarımızın bir müddet sonra (meselâ asırlar sonra) tabular hâline gelmemeleridir… 

Bu ise, müslümanın bütün ilmî yetersizliğine rağmen Kurân ile irtibatını son nefese kadar yoğun tutması ile mümkündür... 

Yâni, bilmediklerimizin farkında olacağız, bilenleri bulup danışacağız ve hatta tâbi olacağız ve fakat her zaman ve her zaman Kurân ile direkt irtibat hâlinde olmaya ve kalmaya devam edeceğiz...

Dîne ait sorularımıza cevap verenler ve hatta çözüm üretenlerin varlığını Kurân ile direkt irtibatımızın yerine ikâme etmeyeceğiz… Yâni, Kurân ile irtibatımızı direkt oluştan dolaylı oluşa çevirmeyeceğiz… 

Yâni, müslüman olarak Kurân’ı ve İslâmı anlama, yaşama, kavrama yolunda ehline müracaat edeceğiz; ehliyet sahiplerine saygı duyacağız ve onlardan yararlanacağız. Ancak Kurân ile yaşadığımız aşkı dolaysız yaşayacağız… 

O zaman biz de kendi hissemize düşücek nice feyizlerle arınacağız, güzelleşeceğiz, yenileneceğiz…"

İşte bu çerçeve içinde, Kurânî Zekâ'mız (QQ)  varlık belirtisi gösterebilir!

Her birimiz QQ'muzun mevcut seviyesine ve gelişimine bağlı olarak Kurân ile özel bir bağlantı kurabiliriz! Bu sâyede, Kurân âdetâ bize de nâzil olur!

Kurânî Zekâ'mız kıpırdamışsa, Kurân da bize damlaya başlamış demektir... 

Bu Kurân damlaları kişiyi "âlim" yapmaz! Fakat, nice "âlimler"(?) vardır ki Kurân onlara belki de hiç damlamamıştır?!

Bizim temas ettiğimiz Zekâ-Kurân ilişkisi, "damlamak" mecâzından anlaşılacağı üzere yolun en başında ihtiyaç duyacağımız bir zekâ kıpırtısının karşılığıdır... 

Kurân ile kurulacak bu dolaysız bağlantıların müslüman toplumlarda artışıyla, QQ'su yüksek gelecek nesilleri hayâl etmek mümkün olacaktır!

Kendimiz ve gelecek nesiller için Kurân'ın i'câzına ilişkin iman tazelemek durumundayız!

Artık, Kurân karşısında uyuklayan bilinçlerimizi "damlalar" mesâbesinde olsa bile uyandırmalıyız! 

Kurân bize damlamazsa, geleceğe çağlamaz!

Neyzen Semazen

22 Ekim 2011 Cumartesi

Recim ile "Rejim" Arasında Kurânî Zekâ



Sayın Mustafa Akyol'un gazetedeki köşesinde "İslamcıların Sistem Tutkusu" tahliline, Sayın Hayrettin Karaman'dan tenkit ve tahlil geldi... (1)

M. Akyol, daha sonra "İslamcılık ve sistemcilik" başlıklı yazısıyla  Sn. Karaman'a mukabele etti.(2)

Makalesinin bir yerinde şöyle söylüyordu...

"Problem, sloganları aşıp detaylara girince gözüküyor. Mesela Hayrettin Karaman hoca, 'kurulurken, tarif edilirken Kur’an ve Sünneti temel kaynak olarak kullanmış devlet' diye tanımlıyor 'İslamî devlet'i. İyi ama Kur’an ve Sünnet’i kim yorumlayacak? Kıstas, Hanefilik mi, Vehabilik mi, Şiilik mi, 'tarihselcilik' mi olacak?

Kaldı ki aynı mezhep içinde bile nice zıt görüş var. Mesela Hayrettin Karaman hocaya göre 'recm yok'; Milli Gazete yazarı Ebubekir Sifil hocaya göre kesin var."(3)

Sayın Akyol'un bu tespiti fevkalâde yerindedir!

Hakikaten, fıkıh uzmanlarının "recim" konusundaki ihtilafları, "rejim" konusunda ittifaklarına izin vermeyecek kronik sorunlarımızın varlığına işaret eder. Bu ve benzeri ihtilaflara "rahmet" beklentisi ve iyimserliği içinde bakmak zamanı çoktan geçmiştir! Bu iflah olmaz iyimserliğin hayatta ve hakikatte karşılığı yoktur! Tarihte de olmadı!

Dindeki ihtilaflarımız için kullandığımız "rahmet" etiketi mecburiyetlerin getirdiği bir tevildi sâdece... İhtilaflarımızla ulaşabildiğimiz bir sonuç ve ihtilaflarımızın varlığına ve de çokluğuna cevaz veren bir model değildi!

Bu münâsebetle, geçen 14 asırdan sonra bile - bırakınız rejimi- recmi dahi ittifak halinde karara bağlayamıyoruz!

Çünkü, bizim klâsik ekoller içinde bulamadığımız ve örneğini göremediğimiz Kurân odaklı bir idrâke ihtiyacımız var!

Kurân'dan doğan ve Kurân'a varan bir idrâke ihtiyacımız var! 

Bu idrâkin bireylerdeki varlığına ve seviyesine Kurânî Zekâ (QQ)  diyorum ben... 

Bu zekâ, varlığıyla ve işleyişiyle tamamen Kurân'ın i'câzını hedef alır ve o i'câzdan beslenir! (Hepsi bu değil!)

Din tarihimizin -bütün ilmî branşlarında- bize miras bıraktığı literatür ortadadır. Literatürün bize taşıdığı içtihatlar, ihtilaflar da ortadadır!

Ancak, anlaşılan odur ki "recm" tartışmasında olduğu gibi ihtilafları çoğaltarak geleceğe taşımak,  rahmeti bol (!)  bir rutindir!?

Oysa, QQ'muz inkişâf ettiğinde göreceğiz ki, Kurân'da ve dolayısıyla İslâm'da bir cezâlandırma biçimi olarak "recim" yoktur ve de Kurân insanlığın ihtiyaçlarına cevap verebilecek kusursuz bir "rejim" önermekten ve modellemekten âciz veya uzak değildir!

Netice olarak, ne Sayın Sifil'in gittiği yoldan recmin varlığını ispat ile İslâm'a izâfe etmek kâbildir; ne de Sayın Karaman'ın gittiği yoldan İslâm'ın önerdiği "sistemi" keşfetmek mümkündür?!

QQ'muzun ilâhî lutuflarla inkişâfına ne kadar muhtacız! Bununla beraber, ihtiyacımızın farkında bile değiliz! Çünkü, biz  ihtilaflarla beslenen IQ'muzu çok sevdik!?

Bu yüzden, Kurân'a terfi edemedik!!

Dökülüyoruz, farkında mısınız?!

Neyzen Semazen

(1) Mustafa Akyol, "İslamcıların 'sistem' tutkusu" Star Gazete, 28 Eylül 2011 
       Hayrettin Karaman, "İlâhî Sistem ve Beşeri Sistem" Yeni Şafak, 2 Ekim 2011
       Hayrettin Karaman, "Batı ve İslâmî Maksatlar" Yeni Şafak, 6 Ekim 2011
       Hayrettin Karaman, "İslamcılık, siyaset ve ahlâk" Yeni Şafak, 7 Ekim 2011
       Hayrettin Karaman, "İslamcılık ve sistem merakı" Yeni Şafak, 13 Ekim 2011

(2) Mustafa Akyol, "İslamcılık ve sistemcilik" Star Gazete, 20 Ekim 2011


(3) Hayrettin Karaman, "Recim yoktur" Yeni Şafak, 27 Ağustos 2010
Hayrettin Karaman, "M. Ebu Zehra 'Recim Yok' diyor" Yeni Şafak, 29 Ağustos 2010
Ebubekir Sifil, "Karaman Hocanın 'Var'ları ve 'Yok'ları-8" Milli Gazete, 2 Ekim 2010
Ebubekir Sifil, "Karaman Hocanın 'Var'ları ve 'Yok'ları-9" Milli Gazete, 4 Ekim 2010
Ebubekir Sifil, "Karaman Hocanın 'Var'ları ve 'Yok'ları-10" Milli Gazete, 9 Ekim 2010
 Ebubekir Sifil, "Karaman Hocanın 'Var'ları ve 'Yok'ları-11" Milli Gazete, 11 Ekim 2010  
Ebubekir Sifil, "Karaman Hocanın 'Var'ları ve 'Yok'ları-12" Milli Gazete, 16 Ekim 2010 
Ebubekir Sifil, "Karaman Hocanın 'Var'ları ve 'Yok'ları-13" Milli Gazete, 18 Ekim 2010  
Ebubekir Sifil, "Karaman Hocanın 'Var'ları ve 'Yok'ları-14" Milli Gazete, 25 Ekim 2010
Ebubekir Sifil, "Karaman Hocanın 'Var'ları ve 'Yok'ları-15" Milli Gazete, 30 Ekim 2010

15 Ekim 2011 Cumartesi

Ribâ ile Lâ-Ribâ Arasında Bir Yerde



Ama nerede?!

14 asırlık İslam yolculuğunun iki binli yıllar durağında, ribâyı hâlen daha dört dörtlük tanımlayamadığımızın farkında mıyız?!

Fetvalar, içtihatlar, müçtehitler, fakihler, mezhepler arasından geldiğimiz ve her şeyin küresel olduğu şu asırda, riba konusundaki yetersizliğimizin aslında küresel ölçekli bir yetersizlik olduğunu görebiliyor muyuz?!

Dünyayı, üstelik en çok aydınlanmaya ihtiyaç duyduğu bu yeni bin yılda, İslâm’ın ribâ yasağı ile “kuşkusuz ve kusursuz” olarak aydınlatabiliyor muyuz?!

Yaşadığımız kuşku çağında, faizsiz bankacılık modelinin dört başı mâmur olarak kuşkuları giderebildiğini söyleyebiliyor muyuz?!

Farkında değiliz!

Göremiyoruz!

Aydınlatamıyoruz!

Söyleyemiyoruz!

İçerik itibariyle dünya ve tarih kendini tekrar eder... Ancak, boyutlar, ölçekler, yoğunluklar ve çeşitler itibariyle dünyanın büyüme temâyülü vardır... Bu temâyülün bütün öngörüleri aştığı yeni bin yıldayız!

Artık bütün yerkürede, kemiyetin kudretiyle keyfiyetin acze düşürüldüğü bir zamandayız!

Madde ya mânâyı boğuyor ya da onu kendine benzetiyor...

Yozlaşma dediğimiz de bu değil midir?

Tekerrürden ibâret olan tarihte en çok tekrar eden de yozluk değil midir?

Hemen her konuda, her  kafadan bir sesin çıktığı devirde, riba yasağı gürültüler ve homurtular hengâmesinde -daha ne kadar zaman- veremli öksürükler içinde mecalsiz ve iddiasız duracaktır?!

Faizsiz çalışma hedefine kilitlenmiş kuruluşlar,  ribânın nerede başladığını ve nerede bittiğini kesin hatlarla ne zaman bileceklerdir ve o zamana değin, ne kadar faizsiz olduklarından nasıl emin olacaklardır?!

Ribâ yasağının ardındaki hikmet ve ilim, fakihler ve fetvalar arasında kaybedilmiş gibidir!?

Fakihlere ve fetvalara yakın; hikmet ve ilme uzak kalmış gibiyiz!?

Bu uzak kalış bizi ribâyı çözümlemekten alıkoyuyor! Faizsiz bankacılık uygulamalarına ve örneklerine duyulan ihtiyacın hakikati ile ribânın hakikati arasındaki mesafeler gün geçtikçe küresel ölçekte artıyor!

Araya giren mesafeler, Âlemlere Rahmet olarak gönderilmiş Son Nebi’nin tebliğ ettiği, Âlemlerin Rabbi olan Allah ındindeki tek dîne maalesef gölge ediyor...

Kuşku çağında “gölgeler” sâdece kemiyetin kudretini besliyor!

Ribâ yasağındaki bütün gölgeleri kaldırmak ve dünyaya “kuşkusuz” bir bankacılık modeli sunmak durumundayız!

Bu durumdan özel bir şuur çıkartamamak; mevcut şuuru da “duruma” küresel ölçekte kurban etmektir!!

Durum ve şuur arasındaki bağlantı ancak Kurân ile sıhhat bulur!

Kurân “kuşku” üretmez!

“İhtilafın rahmet olduğu” tezini öne sürmez!

İhtilafı bitirecek hakikatten-haktan doğan rahmetin kaynağıdır Kurân!

İhtilaf, insanoğlunun kifayetsizliğinden doğar ve ihtilaftaki kemiyet keyfiyeti zora sokar!

Ortaya kifayetsiz bir keyfiyet çıkar!

Ribâyı Kurân düzleminde kuşkusuz ve kusursuz biçimde tanımlamakla mükellefiz!

Öyle bir tanıma ulaşmalıyız ki nihâî olsun... Asırlar aşarak bugüne kadar gelen içtihatları ya iptal ederek ya da ıslah ederek kendinde birleştirsin… Meseleyi tamamen bitirsin ve zerre kadar ihtilaf bırakmasın..

Bunu yapabilecek Kurân okuyuşu, Kurân’ın mucizevî yeterliliğinden ilham alır!

Kurân her an işleyen, her an devrede olan mucizedir!

Böyle bakmadıkça, böyle görmedikçe ve  bunu kavramadıkça içtihatlarımız ve tefsirlerimizle sâdece “ihtilaf” üretiriz ve ihtilaftan doğan rahmete (?!) tâlim ederiz!

Ribâ meselesindeki vaziyetimiz de bu tâlimden ibarettir!

Ezber bozan bir tâlime ve Kurân’ın mucizevî söyleyişinden yayılan ipuçları ile riba yasağının çözümlenmesine duyulan ihtiyaç hayatî seviyededir!

İslam hayat dinidir!

Kurân diriler kitabıdır!

Neyzen Semazen

10 Ekim 2011 Pazartesi

Kurân Araştırmalarında "Zekâ" Sorunu




Kuvvetle muhtemel, Kurânî Zekâ'yı (QQ) bir terim olarak önermiş olmasaydım, makale başlığında "zekâ" yerine farklı bir kelime kullanacaktım!

Ancak, iyi ki Kurân'a ilişkin söyleyeceklerimi "QQ" üzerinden yazmaya ve açıklamaya niyetlenmişim... Çünkü bu hem okura hem de yazara büyük kolaylık sağlayacak...

Maalesef, yeni dönem Kurân çalışmalarının çoğunda ağır bir "zekâ" sorunu var!

Bu sorun, klâsik literatürü beğenmeyenlerin ürettiklerinde kendisini daha çok gösteriyor!

"Yeni" şeyler söylemek hevesiyle yola çıkanların, çoğunlukla "Eski"nin kalite ve kapasitesinden geriye düştükleri görülüyor!

Bu ise, "Eski"ye dair haklı ve ilmî tenkitlerden daha ziyade tenkîdi hak ediyor!

Klâsik/hâkim literatürün geliştirilmeye, eleştirilmeye, yenilenmeye, tashih edilmeye muhtaç olsa da "Usûl"ü (Metot)/ usulleri var!

Oysa, son dönem Kurân araştırmaları -istisnâları tenzih ederek söylemeliyim ki-  "fast-mood" araştırmalar!..

Temennî edelim, bu nevi "araştırmalar" marjinal kalsın da, literatürümüz obezite ile depresyon arasında sıkışıp kalmasın... 

Böyle bir çok fast-mood Kurân çalışmasına tanık oldum...

Fast-mood olmasından kaynaklı,  midem üzerindeki negatif etkilerini anlatamayacağım! Kalbimin ve aklımın isyanını anmayayım bile!

Kurân kadar eşsiz bir mûcizenin, "Kurân için/Kurân'a rağmen" hırpalanabiliyor olması, "hırpalayanlar" olarak kifâyetsizliğimizden kaynaklanıyor!

Bu münâsebetle, Kurân araştırmalarında bir zekâ sorunu bulunduğunu ve bunun QQ'muzun eşik altında kalışıyla ilgili olduğunu söylüyorum!

Fast-Mood Kurân Araştırmaları, bu yüzden bizleri Kurân'ımız karşısında kifâyetsiz muhterisler durumuna düşürüyor! Hem Kurân'a hem de kendimize yazık ediyoruz!

İstemeyerek de olsa, bir örnek üzerinden şu ana kadar söylediklerimi somutlaştırmalıyım...

Neyzen Semazen e-postama, son zamanlarda kitapları yayımlanan bir araştırmacının tanıtım  mesajları  ulaşıyor... Maalesef!

Yazarın kendi tercihidir yazdıkları veya nasıl yazdığı...  Kitaplarına seçtiği isimler ve kullandığı diğer başlıklar... 

Dolayısıyla, okurlar olarak yazarlara ancak onları "okumamak sûretiyle" karışabiliriz!

Veya elimiz kalem tutuyorsa, yazarak itiraz edebiliriz! Tıpkı, şu anda benim yaptığım gibi!

Yazar, bir yerde kendisiyle yapılan röportajda şöyle söylüyor... (Referans vermeyeceğim!)

"Çünkü Kurân'a göre Allah'ın yüzü yoksullardır. İnsan Sûresi 9. âyet 'Yoksullar Allah'ın yüzüdür.' Yani yetimler, yoksullar, miskinler Allah'ın suratı/yüzüdürler, temsilcisidirler."


Okudum ve inanamadım! Derhal ilgili âyeti kontrol ettim!

İnsan Sûresi/9. âyeti size Türkçe transkripsiyon ile aktarayım...

"İnnemâ nut'ımüküm livech'illahi, lâ nüriydü minküm cezâen ve lâ şükûran!"

Üstelik, yazarın şöyle bir ilâvesi de var...

"Bugün piyasadaki meallerde şöyle bir sıkıntı var; kullandıkları dil ve terminoloji günümüz Arapçası'na ait... Oysa Kuran'ın indirildiği dönemdeki Arapça ile günümüz Arapçası arasında belirgin anlam farklılıkları var. Bu yüzden ben mümkün olduğu kadar o ayetlerin indirildiği dönemlerdeki karşılıklarını bulmaya çalıştım."

Elbette, "livech'illah"ın Kurân bütünlüğünde ve ilgili âyetteki karşılığının neden yazarın söylediği gibi olamayacağını izaha ve ispata çalışmayacağım!

İsmini vermediğim yazarın rencide olacağını bilsem de -insanları rencide etmekten sonuna kadar kaçınsam da- Kurân'ın âlî hatırana söylemeye mecburum!

Zırva tevil götürmez!


Neyzen Semazen

9 Ekim 2011 Pazar

Denklemler Kurmak ve Dengede Kalmak*

Bu bir denklem: E=mc2

Yazmak ne kadar kolay bu denklemi!

Acaba, kurmak da bu kadar kolay mı oldu Einstein için?!

En azından lise tahsili almış olanlarımız haberdârız bu denklemden.. Hiç bilmeyenimiz ise en azından haberdârdır Einstein’dan..

Bu formülü alalım ve henüz îcat edilmemiş “zaman makinesi” ile bir kağıdın üstünde 1400 sene öncesine ışınlayalım… Bu harfleri (Latin) tanıyacak bir coğrafyaya inzâl(!) edelim…

Üstünde denklem yazılı kağıdımızı, düştüğü yerden bir asilzâde bulup kaldırsın ve dikkatle okusun…

Sizce ne olur?!!!

Bence şu olur…

E= için uzun bir “Eeeeeeeeeee” çeker, derin bir tefekkürün alâmeti olarak… mc2 için asilzâdenin hangi ünlemleri olur bilemiyorum gerçekten!

Teşbihte hata olmaz; 1400 sene öncemize içinde böyle nice sembolleri barındıran bir Kurân nâzil oldu Semâ’dan…

Sâd dedi; Kâf dedi; Tâ-Hâ dedi Kurân!

1400 yıldır o asilzâde gibi “Eeeeeee” diyoruz derinden… Acaba, hangi denklemin (?) unsurudur diye sormak bile geçmiyor aklımızın köşesinden…

Sor-mu-yoruz!! Neden??

Cevabını bulabileceğimiz yönünde en ufak bir ümit taşımadığımızdan mı??

Peki, bu “ümitsiz” bakış açısı iman-akıl-vahiy süreçlerinde neden üzerimizde sekte yapmıyor ve biz bu sessiz kalıştan neden bireysel ölçekte rahatsızlık duymuyoruz???

Dert etmeyin ve ısrarlı sorularımdan negatif bir anlam çıkarmayın! Aslında, bu sorularımla “tabiî” olana işaret etmeye çalışıyorum.. 

Bu “bilemeyiş” sekte yapmaz ve rahatsızlık vermez!

İşte, iman ve bilgi arasında ya da vahiy ile akıl arasında böyle bir haddini-hududunu biliş vardır… Bâzen, bilemediğinize de iman edersiniz ve bâzen vahiy sırlarını vermeyi zamana yayar… 

Sırların verildiği veya çözüldüğü zamandaki ve yerdeki biliş de, sırrı verilmeyenin kapalı kutusuna sahip oluş ama bilemeyiş de ayrı ayrı imtihanlardır sahipleri için…

Gerçekten, meseleleri algılamamızı kolaylaştıracak ve taşların yerlerine oturmasına hizmet edecek denklemleri kurmak kolay değildir…

Kâinât nice denklemlerden oluşan kusursuz bir döngüdür ve bu döngü kısır değildir!

Kısırlık zihinlerdedir!

Kusursuz döngüye “kısırsız” zihinlerle teslim olma ve bütünleşme başarısıdır İMAN!

Böyle olduğu için Sâd, Yâ-Sîn, Elif-Lâm-Mîm-Râ gibi nice Kurân kodları -onları bilemeyişimize rağmen- bizi tâciz etmez; bilakis teskin eder!! Bu bilemeyişte imanî açıdan “kerâmet” vardır!

Hakikaten, Maide:102 bazı soruların mutlak cevaplarının bazı insanlar için taşıdığı tehlikeye işaret etmektedir.. Bu insanlar elbette “iman edenler” arasındandır… Sormuşlardır ve aldıkları cevabı beğenmedikleri için “kâfir” olmuşlardır…

Bu nasıl iştir?!

Sorular öğrenmek içindir ve fakat bazı sorular ve de onların mutlak cevapları neden inananları dinden imandan edebilmektedir?! Bu çok esrarlı bir konu değil midir sizce?? 

Mâide:101 bu esrarın gerekçesini sunmaktadır.. Gerekçe, soru sahibinin kendini bilişi, tanımasıyla ilgilidir. Ancak, bu da başlı başına ağır bir mesele değil midir??

Kendimizi bilme ve tanıma meselesi!! 

Hangi sorumuzun cevabının bize yarayıp yaramayacağını bilmek ve cevabı yaramayacak olan sorularımızdan caymak ve bunu yapabilmek için kendimizi bilmek!!

Yâni, gerçeklerle yüzleşmek yerine veya yüzleşmeden önce kendimizle yüzleşmek!?

Mâide:101 ışığında şöyle düşünelim. 

Karşımızda Allah’ın Elçisi duruyor ve biz öğrenme/inanma/uygulama sürecindeki inanan insanlar olarak, aslında cevabını Cenâbı Allah’ın verdiği sorular soruyoruz… Cevapların bağlayıcı olduğunu ve ekstra yükümlülükler ve de sorumluluklar getirebileceğini öngörerek soruyoruz…. Ancak, cevaplar imanımızı kuvvetlendireceğine bizi küfre sürüklüyor…??

Bu ne kadar esrarengiz bir iş!!!

Bir de tersinden düşünelim…  

Elif-Lâm-Mîm, Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd ve diğerleri insanlığın karşısında 1400 yıldır öylece duruyor ve biz hâlen onlar hakkındaki sorularımızın cevaplarını bilmiyoruz ve fakat bu durum imânımızı pekiştiriyor??!!

Acaba, şöyle söyleyerek sözü bağlayabilir miyiz?!

Aklen çözümleyemediğimiz denklemler karşısında, rûhen doğru mevzilenmek başarısıdır İMAN!?

Ne dersiniz?!


Neyzen Semazen

*Bu makalemiz,  ilk olarak 2008 yılında şu anda faal olmayan bir blogta yayınlanmıştı.

4 Ekim 2011 Salı

Hızır'a Hazır Olmak


Varlığın veya eşyanın hakikatini, beşeriyet ve kulluk mertebelerinden idrâk etmemize hizmet eden dînîmizin temel kaynakları  herkese hitap eder.  Bu kaynaklar üzerinden üretkenlik hiçbir kurumun veya hiç kimsenin tekelinde değildir!  İcâzete veya diplomaya tâbi değildir!

Kaynaklara bağlı olarak gerçekleşen dînî müktesebat,  metodik (usûl) olmak sûretiyle etkinlik, yaygınlık ve öncelik kazanır! Yani, araştırıp inceleyenlerin ürettikleri kendilerine kalmaktan terfî ederek, başkalarının da kabulüne ve beğenisine mazhar olur. Kabulü ve beğeniyi sağlayan metottur.

İslâmî üretkenlik bu sûretle ilmî kimlik kazanır. Kalbî olan veya kalpten doğan, metotların taşıyıcı gücüyle önce başkalarının akıllarında yer bulur ve sonra başkalarının kalplerine intikal eder.

İslâm’ın yeryüzündeki nüfûzu, kalpler üzerindeki nüfuzuna bağlı olarak varlık bulur ve gelişir! Kaynak merkezli İslâmî idrâkin kalplerden kalplere intikali akıl aracılığıyla gerçekleşir. “Ortak” akıl ise metotlar üzerinden karar üretir; kanaat geliştirir.  Dîni ilimler, İslâmî ilimler dediğimiz de budur! Kararlar, kanaatlerdir!!

Konu din ve İslâm olunca, Kutlu Nebî’nin başında bulunmadığı ilmî/aklî etkinlik  kaynaklarına sadâkatten uzaklaşabilir veya artan cesâmetiyle kalbî unsurlarını ihmal edebilir?!

Nitekim, böyle olmuştur!!!

İslâm’dan ve ona tâbî insandan doğan ilimler, cesâmetlerinin kibriyle metotlarını denetleyemez ve sorgulayamaz olmuşlardır.

“Önden giden atlılar” o kadar hür ve o kadar kompleksiz yol almış ve açmışlardır ki, onların açtığı yollarda geriden ve sonradan gelenler zamana ve kendilerine yenik düşmüşlerdir. Kurân’ın hem kalbî hem de aklî unsurlarına yabancılaşmışlardır. (İçimizdeki bazı "atlılar"ı istisna saydığımız bilinmelidir!)

Ortada, İslâmî İlimler şablonu içinde aktif bir akıl vardır! Ancak, bu aklın efendisinin artık “Vahiy” olduğu şüphelidir?!  Bu cârî aklın kalpleri mutmain kıldığı da şüphelidir?!

Bu münasebetle, bizim peyderpey açıklamaya çalışacağımız “Kurânî Zekâ”mızın tekâmülüne ihtiyaç had safhadadır!

Bu, kendi içimizde ve Kurân’da yapacağımız özel yolculuklarla inkişaf edecektir.

Bu yolculuklarda, “akademik ve çağdaş” kodlar geçerli değildir veya yeterli değildir!

Geçerli olan, Musa (a.s.) kadar Hızır’a (a.s.) hazır olmaktır!  Hatta, daha hazır ve daha sabırlı olmaktır!

İnkişafımız ne kadar hazır olduğumuza bağlıdır?!

“Hızır” sıra dışı bir fenomen ise, İslâm ve Kurân sizce nedir??

Medya kuvvetleri marifetiyle her türlü olağanüstü(?!) fenomene -korumasız biçimde- açık kalan “İslâmî bilinçlerimiz” Kurân’a karşı neden bu kadar kapalıdır??

Sakın, kalbî kuvvetlerimiz medya kuvvetleri karşısında çoktan pes etmiş olmasın?!

Ya dünyadaki muharref inançlar arasında “sıradan” bir İslâm yaşayacağız… Farkımız fark edilmeyecek; hatta biz dahi bilmeyeceğiz!..

Ya da Hızır’ımıza, Kurân’ımıza hazır olacağız?..

Ukalalığımızla yüzleşme vaktidir! 

YOK başka çaresi!!

Neyzen Semazen

1 Ekim 2011 Cumartesi

"İslamcıların 'Sistem' Tutkusu"



Sayın Mustafa Akyol'un 28 Eylül tarihli Star gazetesindeki köşe yazısı bu başlığı taşıyor.


İslâm ve Lâiklik, İslâm ve Liberalizm'in şu son günlerde çokça tartışıldığını görüyoruz. Böyle bir ortamda, Sayın Akyol'un yazdıkları önemli ve dikkat çekici...

Biz, Sayın Akyol'a bir okuru olarak şu satırlarımızla ulaştık...

"Sistem mi, ahlâk mı?" sualiniz hayatî öneme sahip! 
Bu sualin cevabı -dînimizin hakikati îcabı- kesinlikle "ahlâk" olduğuna göre, "sistem" netice olarak beşerî mecraya ve sahaya mahsus mu kalır?! 

Yani dînimiz, bizim ahlâkımızı inşa ederken, sistemLER inşa edebilmemiz için sâdece ilkeler mi vaz'eder?! Bu da bana göre çözümlemeye muhtaç olduğumuz bir muamma!?

(M.Akyol:Çünkü, Kur’an’da ve Sünnet’te ne bir devlet yapısı ne de bir ekonomik sistem tarifi vardır; sadece bu alanlara bakan ilkeler vaz’edilir./ bkz. Ali Bulaç, 18.12.2010, Zaman. http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1066670)

Sizin, bu son makaleniz dahil bir çok yazınızda temas ve tahlil ettiğiniz unsurlar çok yerinde ve tespitleriniz gerçekten çok değerli!

Kurân üzerine özel çalışmaları olan bir serbest araştırmacı olarak, izninizle ben konunun bu boyutu hakkında kanaatimi paylaşayım...

Bence, sorun şudur!

Kıyâmete kadar insanlığın ihtiyaç duyacağı bütün kurtuluş reçetelerini taşıdığına îman ettiğimiz dînimizi biz "geri" bıraktık! Halbuki o, Mucize Kurân'ın îcâzı ile çağları peşinden sürükleyebilmeliydi!

Kurân fezâsında keşifler yapamadık! İnsalık Ay'a seyahat ederken, biz Kurân'a seyahat edemedik! Dolayısıyla, Kurân'ın çağımıza şefaatini sağlayamadık! 

Bu yüzden, İslâm ile Çağ arasında sıkışıp kaldık!

Bizi bu darboğazdan ancak bir "Mûcize" kurtarır!

O mûcize 1400 yaşında; fark edilmeyi sabırla bekliyor!

Kurân'ı yeniden keşfedinceye kadar, İslâm ile Çağ arasında daha çok hırpalanırız?!

Kısacası, Kurân "tutkumuz" olmadan "sistem tutkumuz" kifâyetsiz bir ihtirastır! 


Neyzen Semazen