16 Ağustos 2015 Pazar

Havada Bulut Yok; Bu Ne Dumandır



Bugün burada, Boğaz Harbi'nin (Çanakkale Savaşı) 100. yıldönümünde Kurân'ın 1400 yıldır sakladığı bir sırra tanık olacaksınız.

Kurân sayısız sır saklar... Ancak, saklambaç oynamaz. Bendenizin Kurânî Zekâ (QQ) diye isimlendirdiğim bir keşif ruhuna ihtiyaç vardır; yalnız! Kurân labirentinde yol almak ve yol bulmak için...

Bugün, o muazzam labirentin Enbiya: 46 kapısından -bizim rehberliğimizde- girecek ve Gelibolu'ya -100 sene önceye- çıkarma yapacaksınız.

Hatırlatma

Bu, mizanpajı akademik bir metin değildir. Zira, mufassal yazacak; sayısız kaynağa atıflar yapacak kadar vakte sahip değilim. Yani, yerimiz ve yenimiz dardır... Bununla beraber, keşfin/sırrın delil-ispat dengesini sağlayacak kadar esasa ve unsura yer vereceğiz elbette... Linkler vermek suretiyle yapacağımız bazı atıflar ise, metnin akışını rahatlamak maksadıyla ve minimum sayıda olacaktır.  

Enbiya: 46

İlâhiyatçı olmayan okurların sıklıkla müracaat edebilmeleri için âyetin masa üstünde durmasında fayda görüyorum. (Resme tıklayarak büyütebilirsiniz.)

http://www.kuranmeali.com/kelime.asp?meal=sates&sure=21&ayet=46
Âyet-i kerîmenin herkesin anlayabileceği, herkese hitap eden temel mesajında, geçmişten bugüne bütün müfessirler mutabıktırlar. O da şudur: Rabb'ın azabından çok azına bile maruz kalanlar büyük pişmanlık duyarlar.

İncelediğim eski ve namlı tefsirlerde, âyette bahsi geçen azabın ahiret azabı/cehennem azabı olduğuna dair açık yorum göremedim. Aksi yönde tespiti olanların, kaynak bilgisini bana iletmelerinden memnun olurum. Zira, Kurân bütünlüğü içinde ve âyetin öncesi ve sonrasıyla değerlendirilmesi halinde buradaki azabın dünyevî (dünyada) olduğu açıktır. 

Günümüzün genç araştırmacılarından Nouman Ali Khan'ın ise âyetteki azabı cehennem azabından bir "nefha" olarak tefsir ettiğini bilmekteyiz. Fakat, bu yöndeki tefsiri geçerli kılacak bir delil sunulmadığını görmekteyiz.1

Sonuç olarak, âyet dünyada tezahür eden/edecek bir azabın "nefha"sı karşısında duyulan pişmanlığa, azaba uğrayanların dilinden işaret etmektedir. 

Âyetin anahtar sözcüğü hiç şüphesiz "nefha"dır. Dilciler ve müfessirler bu kelime için "bir şeyin az miktarı, kenarı, ucu veya esinti" anlamlarını takdir etmişlerdir. Sözcük Kurân'da sadece bir defa geçmektir; o da isim formu olan "nefha"dır. Kurân'da fiil kullanımı yoktur. 

Buna mukabil, "nefha"nın/نفحة  lafız ve anlamda mütekaribi (yakın anlamlı) olan nefkha/نفخة ise Kurân'da isim halinde bir defa geçmesine rağmen fiil formları bulunmaktadır. Temel anlamı üfürmek, üflemektir. 2

Mematî Değil; Ama Hayatî

Âyete dair bu genel malumatı paylaştıktan sonra âyetteki asıl murada (ilahi murat) ulaşmak üzere o hayati soruyu sorabiliriz: "Tamam mı yani; hepsi bu kadar mı?! 1400 sene boyunca böyle/bu kadar anlaşıldı; gelecek 1400 sene boyunca bu âyet bize bundan başka şeyler söylemeyecek mi?! Herkes dağılsın mı?!"

Tahkikten uzak İslamî idrâkimiz taklitle malul olduğu için, bu nevi özel sorular uzman şahısların ağızlarından bile çoğunlukla duyulmaz. İslam ilâhiyatı geçmişten devraldığı malumâtı geleceğe devredebilirse, vazifesini başarıyla ikmal edeceği zannındadır. 

Kurân, geliniz Kurân'a dair bir ezberimizi burada bozsun... Bu maksatla, Enbiya:46'daki "nefha"ya başka bir nazarla bakmayı deneyelim... 

Nefha

Bu sözcük, ilgili âyette nekre (belirsiz) haldedir. Yani, başında artikel/harfi tarif bulunmadığı için marife (belirli) değildir. İlke olarak bunun iki anlamı olabilir:    
1) Herhangi bir... 2) Bildiğiniz gibi değil; bildiğiniz bir şey değil...

Eğer, yukarıdaki tahkik merkezli suali soruyor ve cevap arıyorsak, Enbiya: 46 özelinde "nefha"nın nekre oluşundan ancak ikinci maddeyi anlayabiliriz. Bu ise bizi Ğariyb'ül-Kurân bahsine taşır... 3

Yani, nefha "ğariyb" (muğlak, müphem; yabancı) bir sözcük müdür? 

Yani, nefha âyetin nâzil olduğu devir Arapçasında bulunmayan/bilinmeyen bir kelime olabilir mi?

Veya sözcük Arapçaya intikalinden sonra asıl/kök anlamını yitirmiş olabilir mi vs...?

Literatürde bu kelimeyi ğariyb listesine almış çalışmalar vardır. Ancak, "yabancı" olduğunu tespit eden yoktur.

Evet, nefha en az 1400 yaşında bir Arapça sözcüktür. Ancak, yazılı tarih açısından daha eski olarak, aslında Yunancadır! 

Nefha, Yunancada  νέφος imlası ve "nephos" transliterasyonuyla bugün dahi kullanılmaktadır ve "bulut" demektir. Bulut perileri Yunan mitolojisinde Nephelae olarak isimlendirilir. Nephology diye bir bilim dalı vardır.  

Şu halde, Enbiya :46'ya tekrar bakabiliriz. Buna göre, âyet bir sırrın kapısını şöylece aralamış olur: "Rabbinin azabı olarak bir bulut onlara dokunursa/değerse..."

Bu açılıma ulaştığımıza göre, âyetin Çanakkale Savaşı'yla irtibatını tahmin edebilen oldu mu aramızda; merak ediyorum?! Üstelik sizin işiniz benden daha kolay! Çünkü, başından beri Çanakkale diyorum?!

Hani, şu hakkında lehte aleyhte görüş beyan edilen, sağır sultanın bile duyduğu bir bölük İngiliz askerini yutan bulut vak'ası...?! 5_6_7_8

Vücûh ve Nezâir 9

Biz âyeti kerîmeye geri dönelim... Nefhanın kayıp olan kök anlamını Yunancada bulmak; Kurân açısından bizi ağır bir tartışmanın içine çeker. O da, Kurân'da müteradif (sinonim/eş anlamlı) sözcükler meselesidir. Yani, sinonim sözcükler bir lisanı zenginleştiren öğeler iken, Kurân'ın tasarımında bu fakirleştirici bir öğedir. Ya da öyle midir?! 

İslam ve tefsir tarihi boyunca, ulema bu konuda ikiye ayrılmış olsa da, tefsir külliyatının pratik gerçekliği Kurân'da terâdüfe (müteradif) sıcak bakanların çoğunluğu teşkil ettiğini söyler. 

Oysa, bendenize göre; Kurânî Zekâ nazariyemizin belki de en temel esası Kurân'ın terâdüfe izin vermediğidir! Yani, Arap dilindeki sinonim sözcükler, Kurân'a geçtikleri anda müteradif hüviyetlerini kaybederler. 

Bu konuya girme sebebimiz, Kurân'da bulut anlamı taşıyan bir başka kelimenin varlığıdır. Sözcük "sehab/سحاب " olarak Kurân'da dokuz ayrı âyette geçmektedir. Bu ise, görünüşte teradüf yasağı iddiamızla çelişmektedir. Dolayısıyla, buna izah getirmeliyiz. 

Şu kesindir ki, dilbilim açısından nefha (Yunanca) ve sehab sinonimdir. Ancak, bizim tabirimizle "Rabça"da/ "Kurânca"da, nefha sehab'ın müteradifi değil; müteşabihidir! İşte bu, müteşabih kavramında ufuk açacak bir numunedir. 10

Anlamı şudur: Rabbinizin azabı olarak âyette kayıtlanmış nefha, verdiği görüntüyle buluta/bulutlara (sehab) benzemektedir. Fakat, nefha bildiğiniz gibi değil; bildiğinizden farklı bir buluttur. Yani, benzerlik vardır; aynılık yoktur. İşte, teşabüh/müteşabih budur!

Eğer, aksi olsaydı; diğer dokuz âyette geçtiği gibi burada da sehab sözcüğü olurdu. Oysa, öyle olmamış; nefha Kurân'da sadece bir defa; o da Enbiya: 46'da gelmiştir. 

Bunu anladığımızda, Gelibolu'daki gizemli bulutun bir bölük askeri nasıl yalayıp yuttuğuna tekrar gelebiliriz. 

Havada Bulut; Sen Bunu Unut

Nefha'nın saklı/kayıp anlamına ulaştıktan sonra, âyetteki "mess/ve le in messethüm" fiilini de "buluta" paralel sorgulamamız şarttır. Çünkü, bir esintinin, bir rüzgârın tatlı tatlı veya sert biçimde insanlara teması edebî/luğavî olarak çok anlaşılır olmasına rağmen, bir bulutun insanlara azap olarak teması bilinen/duyulmuş bir şey değildir. 

Yine bir Kurânî Zekâ (QQ) ilkesi olarak Kurân'da simetrik tasarım vardır. Buna göre, nefhada bizi Yunanca ile takviye eden Kurân'ın, yanındaki "mess" fiili için de - semitik diller yerine- Antik Yunancadan İngilizceye kadar uzanan Batı dillerine yönlerdirmek ihtimali yüksektir. Bu münasebetle önce Yunancaya bakabiliriz. 

Yunanca μάζα (maza) sözcüğünün İngilizce karşılığı "mass"dir.11 Latincesi "massa/massae"dir. İnsanlardan bahsederken kitle; cansız varlıklar için kütle (hacim) anlamı vardır. Fiil olarak "içine-kütlesine katarak toplamak; yığmak; biriktirmek" anlamıyla, herhangi bir yerde ve şekilde cem'etmekten ayrılır. 

Görüldüğü üzere, nefhanın messetmesi bir esintinin/rüzgarın teması gibi değildir! Şu halde, içine gireni yutan; göğe yükseldiğinde içine aldıklarıyla beraber yükselen sıradışı bir fenomendir bu! 

Gel A Böyle, Bu Yana

Kayıtlara geçmiş,  başka insan yutan bulut rivayetleri var mıdır bilmiyorum. Varsa bile, Çanakkale Savaşı'ndaki vak'anın gölgesinde kalmış olabilirler. Dolayısıyla, Enbiya:46'ın haber verdiği bulut vak'asının Gelibolu'daki olma ihtimali yüksektir. 

Yani, makalenin şu noktasında artık Kurân'ın haber verdiği nefhanın Gelibolu'daki nefha olup olmadığını sorgulamaktayız. 

Eğer, Kurân'ın nefha gerçeğini keşif için bizi Yunancaya yönlendirdiğini ve Gelibolu yarımadasının Trakya'nın bir parçası olduğunu dikkate alırsak -ki almaya mecburuz- bu artık tesadüf diyemeyeceğimiz bir kesişmedir.12

Bu yüzden, Enbiya: 46 bize sadece "Rabbimizin azabı olarak insan yutan bulutların" bilgisini vermez; böyle bir fenomenin dünyada duyulmasına sebep vak'anın lokasyon bilgisini de verir... 

Siz nasıl değerlendirirsiniz bilmem ama bu durum "Bedr'in arslanları ancak bu kadar şanlı idi" diyerek takdir edilen Çanakkale şehitlerimizin Kurân tarafından örtülü olarak selamlanmasıdır! Bu selam 1400 yaşındadır! Savaşın 100. yıldönümünde Rabbimizin lutfuyla âyân olmuştur. 

Ayrıca, kulağınızı bana biraz yaklaştırırsanız, size bir şey daha fısıldamak isterim... 

Yukarıda kullandığım nötr dile kanmayın! Aslında, Enbiya: 46 bulut vak'asının yer bilgisini tam olarak veriyor. Yani, Gelibolu diyor!13

Etimoloji ve GPS

Doğrusu, etimoloji ciddi iştir. "Amma uzun: Amazon" espirisinden hiç hoşlanmaz. Bunu bildiğimiz için "Gel a böyle: Gelibolu" diyerek kara mizahın dibine vurmaktan elbette sakınırız. 

Fakat, bugüne kadar Gelibolu için önerilmiş, Yunanca'dan "Kallipolis : Güzel Kent" de pek içimize sinmez... 

Ülkemiz sınırları dışında bir de İtalya'da Gallipoli vardır. Aynı isimli bu iki adrese baktığımızda dikkatimizi yarımada oluşları çeker...


İşte, bu nüansların farkında olarak Enbiya: 46'ya yeniden bakarız.

Tam buradan sonra QQ'yu daha iyi anlayarak bir yaşınıza daha girmeniz; iyi ki doğdum/yeniden doğdum diyebilmeniz için dikkatlerinizi rica ediyorum.

Hatırlarsanız; Enbiya: 46 girişindeki kelime "mess" fiiliydi... Arapçadaki kayıp anlamını Yunanca/Latince/ İngilizcede bulmuştuk. Şimdi, bu kelimenin eş anlamlısını (sinonim, müteradif) Kurân dışında arayacağız. 

Antik dillerden Latincede "mass"in dikkat çekici bir sinonimi var: Gleba, glebae; glaeba, glaebae; glaba, glabae. 

(Mess yazdığımda Arapçasına; mass yazdığımda İngilizce/Latincesine işaret ediyorum.) 

Bu sözcük "kütle" anlamı dışında "toprak, toprak parçası, arazi" anlamlarını da taşıyor. Bu arada, Arapça olarak sağdan sola analiz yapmaktayız. Önce "mess"i değerlendirdik; sonra nefhaya bakacağız. Dolayısıyla, siz Türkçe mantıkla en sola "gleba/glaba"yı yazabilirsiniz... 

Nefhaya tekrar döndüğümüzde; bu defa Arapçadaki müseccel anlam kümesinde - özellikle İbn Abbas'dan rivayetle aktarılan - bir karşılık dikkat çeker : Kenar, sınır, uç... Arapça ifadesiyle "taraf"... 

Dolayısıyla, yine simetrik anlayışla - başka bir dile değil- doğrudan Latinceye bakarız... "Kenar, sınır, uç" anlamlarını taşıyan sözcük olarak karşımıza İngilizce'den de bildiğimiz tanıdık bir kelime çıkar: Polus, poli. (İng: Pole)

Şimdi en sola yazdığınız "Gleba/glaba"nın yanına "polus/poli"yi ekleyebilirsiniz: 
Gleba+poli = Gallipoli : Uç/Uçtaki toprak

Bu bileşimin zaman içinde eriyerek ya şimdiki haline dönüştüğü veya en başta bir portmanto sözcük olarak şimdiki haliyle tasarlandığına dair fuzulî izaha girmiyorum...

Sükût İkrardan  Gelir

Sessizlik mi çöktü ortama; bana mı öyle geldi?!

Kurân'da bilgi/haber/gelecek/ilim işte böyle şifrelenmiş veya ziplenmiştir. Şu ana kadar okuduklarınız, geleceğe ve geçmişe dair bilinmezlerin 1400 sene önce kusursuz ve eksiksiz kodlandığına dair sadece bir numunedir. Böyle bir kodlama,  "ilahî" diyemiyecekler için bile beşer üstüdür! Bu, beşer işi değildir! Beşeri âciz bırakan; beşeri aşan işlere mucize diyoruz, zâten?! 

Özür 

Evet; bu kısa âyetin sadece yarısını tevîl edebildik... Diğer yarısında daha neler var; söylemeye hazır olduğumu sanmıyorum. Yoksa, "duymaya hazır değilsiniz" mi demeliydim?! Bilinmez; belki gelir onun da zamanı?!

Hamd ve Şükür ve Salât ve Rahmet

Bizi Kurân talebesi kılan Rabbimizedir hamd... 1400 sene sonra, Enbiya : 46'yı tamamen tevil edebilmek lutfu için O'nadır sonsuz şükür... Bu yüce kitabın inzâline liyakat kesbetmiş ve her daim mürşidimiz olan Hz. Muhammed'edir salâtü selam... Çanakkale Savaşı'nın 100. yıldönümünde, kendilerini bir kere daha Enbiya: 46 vesilesiyle yâd ettiğimiz şehitlerimizedir rahmet, mağfiret ve selam...

Bülend  Sungur


19 Ocak 2015 Pazartesi

KarikaTERÖR ve Kelebek Etkisi




Aslında, Kelebek Etkisi (Gleick, Chaos, p. 9-32)  diye bilinen şeyi,  Kur’ân çok açık biçimde tanımlar. Kozmosla kaos,  kâinat ile kıyamet arasında holistik yasalar hâkimdir. Bu yüzden, “söz, düşünce, duygu, yazı, çizgi” bile küçümsenemez ve oluşturacağı etkiler ihmal edilemez. 

Öyle ki tarihte ilk defa Yaradan’a çocuk isnadı,  bir düşünceden ve bunu ortaya koyan bir sözden ibaret olmasına rağmen, kâinatı neredeyse kıyametin eşiğine getirmiştir. Bu kozmik bilgiyi, Meryem Sûresi’nden (88-93 âyetler) alıyoruz.

“Rahman’ın çocuk edindiği” yönündeki sapkın iddia karşısında “semavat, arz ve dağlar” kâinat yasalarını tersine çevirecek bir kaosun eşiğinden dönmüştür.

Fizikçiler, Kurân’ın “Şey’en İddâ” (Meryem: 89) diye tanımladığı ve kâinata bir an kısa devre yaptıran o iddianın ürettiği  kozmik sarsıntı izlerini, belki de bir gün keşfedeceklerdir?!

Ama onlardan önce, biz dünyaya ve tarihe baktığımızda, yaşanan bir çok büyüklü küçüklü badireye hangi kelebeğin kanat çırpışlarının sebep olduğunu merak ediyor muyuz?! Bildiğimizi sandığımız fizik yasaların ardında, onları kuşatan metafizik yasalardan ne kadar haberdarız?!

Şahsen, Charlie Hebdo vak’asına bu zaviyeden bakıyorum.

İslamofobi

Bu münasebetle, İslamofobik bir dünya tasarlayanların rol verdikleri “Müslüman” (?) silahşorlar kadar, aynı yerden rol alan  antiteist kalemşorların nefret söylemlerini/çizimlerini de analiz etmeliyiz.  

Şunu çok iyi biliyoruz ki, özellikle son 10 yıldır –sanal dünyanın ve sosyal medyanın da çarpan etkisiyle- İslamî kutsallar,  kalemşor adreslerin yoğun ve sistemli saldırısı altında. Kalemin kılıçtan keskin olduğunu bilenlerin tasarladığı türden bir provokasyon bu!

İslâm’ın kutsallarının keskin kalemlerin hıncıyla sürekli tahkir, tezyif ve tâcize uğraması karşısında, bazı Müslümanların sözüm ona cinnet geçirmesiyle gelişen olaylara odaklanmanızı istemiyorum sizden…

Odaklanmamız gereken, kirli kalemlerin İslam’ın kutsallarını mütemadiyen ve çirkef biçimde aşağılamalarının (nefret söylemi)  nelerin kelebeği (kelebek etkisi) olacağıdır?

Medeniyetimiz

Öncelikle, şunları hatırlamalıyız. Biz, “söz ola kese savaşı; söz ola kestire başı” diyen ve buna bir de “dövene elsiz gerek; sövene dilsiz gerek” talîmini perçinleyen bir medeniyetin hikmet mirasçılarıyız. Uzun süre reddi miras içinde yetiştiğimizden, mirasyedi (!) olamadığımız doğrudur. Ancak, bu mirası helalinden yiyerek hazmetmek zamanıdır ve lâzımdır.

Bu hikmet okulunun başöğretmeni Efendimiz’den rivayete göre şunu da öğrenmişizdir. “Öyle beyan (ifade, ifade kuvvesi) vardır ki sihirlidir!” (Buhari, Ebu Davud, Tirmizi)  

Böyle olunca -tersinden bakarak-  kelamın ve kalemin tesirinden doğabilecek fitneler, bizim nazarımızda “ifade hürriyeti” denilerek geçiştirilemez ve aklanamaz.

Çünkü, kamu düzeni ve barışını korumak için fitne-fesata yol açacak aykırılıklara set çeken Kurân’ımızın ortaya koyduğu kaide 1400 yaşındadır ve hepimizin malumudur.

“Allah’tan başkasına tapınanlara sövmeyin ki onlar da bilgisiz bir düşmanlıkla Allah’a sövmesinler…” (En’âm: 108) Bu kaide “lâ ikrâhe fi’d-dîn/dinde zorlama yoktur” (Bakara: 256) düsturuyla bütünlük arz eder.

Fitne Fesat

Bu çerçeveye rağmen, fesat odaklarının bile ıslahatçı diye takdim edildiği (Bakara:11) bir dünyada yaşadığımızı bilmekteyiz ve “karada denizde zuhur eden fesatın” (Rûm: 41) ardındaki kelebek etkisini merak etmekteyiz.

Bize göre, son 10 yılda basın yayın ve internet yoluyla sergilenen İslam karşıtlığının ve hatta düşmanlığının hedefinde Rasulullah vardır! Peygamberimizin ruhaniyetini hedef alan ve taciz eden en galîz neşriyatın dünyaya, hayata ve belki de semavata yansımalarının olabileceği hususu, Kurân’da izini sürebileceğimiz sırlı bir inceliktir. Kanaatimce bu, o kelebektir!

Alimden Zalim; Şairden Şerîr 

Ne hikmettir ki Kurân’ımızda Enbiyâ (Peygamberler) Sûresi gibi Şuarâ (Şairler) Sûresi vardır. Fakat bir Ağniya (Zenginler) veya Fukara (Fakirler) sûresi yoktur. Savaşçılar sûresi de yoktur!

Temiz siyaset gibi temiz medya ihtiyacının da herkesçe teslim edildiği çağımızdan 14 asır önce, Kurân’ın  Şuara (221-227. âyetler) sınıfını tahlil ve tenkit etmesi dikkat çekicidir. “Haber vereyim mi size, kime iner şeytanlar?” sualiyle açılan yedi âyetlik bir pasajdan bahsediyoruz.

Unutmayalım lütfen, yüksekten uçan kartalların kanat uzunluğuyla değil; küçük ve masum gördüğümüz bir kelebeğin kanatlarındaki yıkıcı etkiyle ilgileniyoruz.

Şeytanın Avukatları Var; Ya Bizim

Nedendir bilinmez; bir süreden beri bazı kalem ve kelam sahipleri yeteneklerini ve kendilerine tahsis edilen mecraları Rasulullah’a karşı silah gibi kullanmaktadırlar. Rasulullah’ın mânevî şahsiyetini - karalayarak ve aşağılayarak - taciz etmeye yemin etmiş gibidirler…

İslam dünyasının, bu çirkef ve kabul edilemez neşriyat karşısında,  kurumlaşmış ve hukukî tepkiler ortaya koymaktaki ihmali ve acziyeti ise daha acıdır. Kelebek bir de bunun için kanat çırpmaktadır!

Oysa, son 10 yılda yaşanan acı tecrübelerden sonra şimdiye kadar, İslam ülkelerinin uluslararası bütün teşkilatlarında, üye ülkelerin iç hukuklarında yapacakları düzenlemelerle Rasulullah’ın manevi şahsiyetini müdafaa etmeleri karara bağlanmalıydı. Dünya coğrafyasının herhangi bir noktasında Rasulullah’a karşı neşir yoluyla işlenen suçlar, gıyabî yargılamalarla hükme bağlanmalı; kalem sahipleri gıyaben mahkum edilebilmeliydi. Haklarında yakalama kararı çıkartılmalı ve uluslararası dolaşıma sokulmalıydı. (bkz. Evrensel Yargı Yetkisi ve Mağdura Göre Şahsilik İlkesi)

Böylece, Fahr-ı Kâinat’ın şeref ve haysiyetine saldırılar karşısında tepki vermek, üç-beş çapulcunun adaletine (!) bırakılmamış olurdu.

Son Perde

2005’de Danimarka’da ateşlenen karikaterör, 2015’de Fransa’da “şairlerini savaşçılara” kurban vermiş gibidir.  Şairlerini ve nefret söylemlerini sahiplenenler, aslında sahipsiz savaşçıları (teröristler) İslâm’a mâletmektedirler.

Senaryo gereği, şairiyle savaşçısıyla herkes rolünün hakkını vererek ölmeliydi; ölmüştür. Bu serinin diğer bölümlerine devreden, yalnızca İslamofobi olmalıydı; olmuştur!  

Ancak bu seri, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş (Enbiya: 107) Efendimizi hedef almaya ve İslam dünyası kayıtsız kalmaya devam ettikçe, korkarım o kelebeğin kanatları pırpır edecek ve âlemler titreyecektir… Allah korusun!