29 Aralık 2011 Perşembe

Bir IQ vardır, bir de IQ!




Herkesin iletişimin öneminden bahsettiği bir çağda, kendileriyle bir türlü iletişim kurulamayan dâhîlerimiz (!) vardır?!

Yanlış anlaşılmasın, bu "dâhîler" de iletişimin ehemmiyetini müdriktirler (?) aslında!

Bahis açılacak olsa, iletişim üzerine konferans bile verirler!

Bununla beraber, ünvanlarına/kariyerlerine/diplomalarına/koltuklarına rağmen iletişimin baştan ayağa âdâb içerdiğini bilmez gibi davranırlar?!

Kendileriyle irtibat kurma ihtiyacı hissedenlerin  telefonlarını ve e-postalarını cevapsız bırakmakta bir beis görmezler!!

Bu dâhîlerin, bana göre IQ'ları haddinden fazla yüksektir! Dolayısıyla, kendilerine ulaşamadığımızda bir hikmet veya kerâmet aramak(!) en güzelidir!?

Zaman zaman bu dâhilerimizden iletişimin önemini -onların çiğnedikleri âdâba bakarak- öğrenirim de, çok istifâde ederim! İşte, bahsi geçen hikmet de bu olsa gerektir?!

Zâten, dâhî olmak da biraz "terbiyesiz" takılmayı gerektirir!?

Arada bir benim gibi sâde vatandaşlara karşı terbiyesiz davranacaklardır ki, IQ'ları karşısında  selam duralım?!

Benim karşısında selam duracağım bir tek "Q" vardır! O da QQ'dur!!

Bununla beraber, basit nezâket kurallarına uyacak seviyede IQ'su (Intelligence Quotient)   olanlara saygı duymak ve saygı göstermek boynumun borcudur!

Ancak, karşıma geçip -muhatap olarak- ama yazılı ama sözlü iletişimde nezâketi, edebi terk edenin IQ'suna tanı koyarım!

Bu "IQ" bildiğiniz cinsten değildir ve yüksekliği felâkettir! 

Tanımız şudur: Idiotic Quotient

Bir de reçete verelim:

"Telefonlarını, e-posta adreslerini iptal  et; ormanda yaşa! Orada bir Tarzan var! 'AaaaAaaaaAaaa' diye seslendiğinde karşılık vermeyi unutma! Zira, bütün maymunlar bunu bilir?!"

Neyzen Semazen

26 Aralık 2011 Pazartesi

Dünya Liborentinde İslâmî Bankacılık

Hafta sonuna kadar bu makaleyi hazırlamak niyetindeyim. Hayrettin Karaman-Gültekin Çetiner'in müzâkeresi konuyu öncelikli kıldı. 

25 Aralık 2011 Pazar

Teveccüh: Kurân'daki Tasavvuf / IV

www.jaumeplensa.com



İkinci ve üçüncü bölümlerde okuduğunuz Kurân incelemesini, Kurânî Zekâ'larımızın varlığına ve nüfûzuna işaret eden ilmî bir örnekleme olarak değerlendirmenizi rica ederim.

Zekânın Kurân ile akort edilmesi, içimizdeki Kurân ile sahifelerdeki (Mushaf) Kurân'ın senkronize olmasına ve bu sûretle Yusuf Kaplan'ın bahsettiği "ümmîleşme"nin de tezâhürüne imkân verir. 

İlhâmı doğrudan Kurân'dan alabilme yetkinliğimiz QQ'muzun seviyesine paralel gerçekleştiği gibi, bu yetkinlik "Oku"ma yolunda Resulullah'a (s.a.v.) ne kadar yaklaşabildiğimizin derecesini ve ümmîleşmedeki vaziyetimizi ortaya koyar!

"Ümmîleşmek" benim tercih ettiğim bir kavram değildir! Hatırlayacağınız gibi, bu defa Sayın Kaplan'ın görüşlerini değerlendirerek Kurânî Zekâ'yı incelemeye devam ediyoruz! Kurânî Zekâ terimini öne sürmüşken, ilâve olarak "ümmîleşmek" vurgusuna ihtiyaç duymayacağımı herhalde siz de takdir edersiniz?!

Dolayısıyla, bu incelememiz boyunca Kurânî Zekâ'nın "ümmileşme"ye de tekâbül ettiğini açıklamak ve vurgulamak durumundaydım.

Tasavvufu, Kurân'da "teveccüh" olarak okuduğumuzu ve bulduğumuzu; bu okumanın "sil baştan" bir okuma olduğunu farketmiş olmalısınız?!

Yusuf Bey buna itiraz eder mi bilmem,  "ümmîleşmek" ancak bu sûretle olur!

Yâni, âtıl bıraktığımız Kurânî Zekâ'nın devreye girmesiyle olur!!

Yâni, "doğrudan" Kurân'dan ilhâm alabilmekle olur!!

Oysa, nice asırlardır Kurân'dan doğan ilhâm ile zekâlarımız arasındaki irtibat o kadar "dolaylı" kılınmıştır ki, değerli yazar gibi  fikir çilesi çekenler dahi "ümmîleşmenin" rotasını farklı çizmektedirler!

Ümmileşmeyi "fıtratın hatırlanması" olarak tanımlayan Sn. Kaplan, bunun için Sünnet-i Seniyye'ye işaret etmektedir. 

Çok isâbetli olarak şu gerçeğe de temas etmektedir...

"Ama burada bir sorunumuz var. Yakıcı bir sorun ve açmaz bu: Sünnet-i Seniyye’nin gerçek anlamda ne olduğunu da, nasıl hayatımız hâline getirilebileceğini de bilmiyoruz."*

Yazar şöyle devam etmektedir...

"... çağrıya muhatap olanlar eğer çağırıcı/elçi ile şimdiye kadar olduğu gibi sadece epistemolojik olarak (yalnızca söz ve bilgilenme düzeyinde) ilişki kurmayı sürdürürlerse, çağrının bize doğrudan ve doğurgan bir söz söyleyebilmesi imkânsızdır. Çağrı’nın bize doğrudan ve doğurgan bir söz söyleyebilmesi için, Bediüzzaman Hazretleri’nin enfes bir şekilde dikkat çektiği gibi, çağırıcı/elçi ile ontolojik (bilfiil ve bilhâl) olarak irtibat kurmamız gerekir. 

İşte âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (s.a.v) bu gerçeği bilfiil müdrik olduğu için Veda Hutbesi’nin en son cümlesi olarak orada hazır bulunan sahabe üzerinden aslında bize hitap etmiş ve aynen şöyle buyurmuştur: 'Size iki şey bırakıyorum: Kur’ân ve Sünnet. Umulur ki, sizden sonra gelenler, bunu, sizden daha iyi anlayabilirler.'

Sahabeden sonra gelenlerin vahyin hakikatini sahabeden daha iyi anlayabilmesinin yegâne yolu, Efendimiz’le (s.a.v) epistemolojik değil, ontolojik olarak irtibat kurabilmekten geçiyor."*

Yazar, değerli makalesini şu cümleleriyle tamamlamaktadır...

"......... Sünnet-i Seniyye’nin güzergâhları demek olan kavl/söz/ilme’l-yakîn, fiil/ayne’l-yakîn ve ikrar/hâl/hakka’l-yakîn süreçlerini nasıl hem eşzamanlı olarak hem de ardışık olarak hayata geçirmemiz gerektiği meselesi üzerinde kafa patlatmamızın yegâne yükümlülüğümüz olduğunu anlayabileceğiz."*

Görüldüğü gibi, bir rota veya bir yol tarifi vardır; fakat yine de ümmîleşmenin ve Sünnet-i Seniyye ile ontolojik düzeyde irtibat kurmanın "nasıl olacağı" -üzerinde çalışılması gereken- bir "mesele" olarak tanımlanmaktadır!

Biliyoruz ki, tarihte dünyaya ve geçmiş asırların idrâkine İslâm'ı söylettiğimiz ve  çok başarılı olduğumuz devirlerimiz vardır. Ancak, iki binli yıllar itibariyle seküler dünya karşısında tıkanıp kaldığımız bir evreyi yaşıyoruz!

Bu devrin şartları içinde "ümmîleşerek" önce Resulullah'a (Sünnet) ve sonra Çağrı'ya (Kurân) intikâl etmek imkânsız!

Devir, hadis literatürünün kavlî unsurlarıyla tefsir edilmiş Çağrı'nın, insan bünyesine tasavvuf kanalından zerk edilmesiyle sınırlı kalabileceğimiz bir devir değil!!

Seküler dünyanın esir aldığı insanoğluna ve özelde ümmîleşmesini arzu ettiğimiz müslüman evlâdına "Kurân'ın îcâz perdesi"nden ulaşmayı denemeliyiz artık! Bu îcâzı deşifre edebilen akla "Kurânî Zekâ" diyoruz zâten!

Dolayısıyla, seküler esaretten kurtulmak  ve "surda mukaddes bir delik açmak" bize göre ancak Kurân'ın merkezine seyahat etmek ile mümkün!! 

Devir "Kurânî Zekâ"larımızı bileme ve geliştirme devridir!! 

Cenâbı Mevlâ'dan QQ'muzu yükseltmesini niyaz ederim!

20 Aralık 2011 Salı

Hz. Musa'nın Tabletleri



Biliyorsunuz; inanç pratiğimizde peygamberlerimizi (yüzlerini) resmetmekten kaçınırız... Hatta, bu saygıyı Hulefâi Raşidîn'e ve Ehli Beyt'e karşı da gösteririz!

Bu hassasiyetimiz bana göre fevkalâde yerindedir ve böylece devam etmelidir.

Ancak, hepimizin bildiği bir filmden veya posterinden alınmış yukarıdaki fotoşoplu resmi görünce yayınlamaktan kendimi alamadım!

Çünkü, bu resim benim için şu fotoşoplu haliyle çok ama çok büyük bir anlam taşıyor!

Vaktiyle, misafir yazar olarak bulunduğum ve artık aktif olmayan blogta beş bölümlük bir Kurân incelemesi kaleme almıştım.

"İşitin Ey Ulular!" başlığını taşıyan inceleme, ülkemizde yaşayan ve peygamberlik iddiası olan bir zâta ve çevresindekilere rasullüğün Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizle nasıl bittiğini, bilinenlerin ötesinde yeni Kurân delilleriyle îzah ve ispat ediyordu!

Bu ispatı, yine bilinenlerin ötesinde çok yeni delillerle, farklı ama daha yüzeysel şekilde yapmak kâbildi... Hikmeti Hüdâ, biz zor ve derin bir analizi/ispatı tercih etmiştik... 

Tam bir Kurânî Zekâ (QQ) çalışmasıydı!

Orada, Hz. Musâ'dan (a.s.) ve "Levhalar"ından sıkça bahsetmemiz gerekmişti... Fevkalâde ilginç şeyler keşfetmiştik incelememizde... O kadar ki, bu fotoşopu hazırlayan neye parmak bastığını bilecek olsaydı, dili tutulurdu da açılması için Kelime-i Tevhîd gerekirdi!

"İşitin Ey Ulular"ı blogumda yeniden yayınlamak niyetim bulunmuyor. İncelemeyi, inşaALLAH kitabıma saklamak istiyorum!

Bununla beraber, yukarıdaki resmi görünce "Allah'ım sen nelere kâdirsin!" diyerek ve Hz. Musa'ya selamlar göndererek konuyu anmadan edemedim!

Web'de Steve Jobs'dan hareketle Hz. Musa'ya gönderme yapan yabancı bir karikatüre rastladım; fakat onu buraya alıntılamıyorum. Çünkü, mânevi konular ve mânâ adamları hususunda Batı'nın ve özelde karikatüristlerin serbestiyetini taşkınlık seviyesinde görüyorum!

Onlar kadar "serbest/taşkın" olmak mecburiyetinde değiliz!!

Çünkü, Kurân ve Peygamberimiz  "aşkın" olmayı tâlim etmiştir; taşkın olmayı değil!!

Edep bu değil midir zâten?!

Neyzen Semazen

Not: Edepsiz sanattan (?) ve sanatkâr geçinen edepsizlerden illALLAH!

8 Aralık 2011 Perşembe

Teveccüh: Kurân'daki Tasavvuf / III

www.jaumeplensa.com

Sorular… Sorulaaaar?!

Cevaplarını veremedikçe veya bulamadıkça gözümde büyüyorlardı ki birden dilimden dökülüverdi... “Bana seni gerek seni!”

Aman Ya Rabbi! Bu mısra, sanki Rabb'in vechini murat edişin Yunusca'sıydı?!

“Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim!
Aşkın ile avunurum!
Bana seni gerek seni!”

Garip olan, Yunus Emre kendisini hiçbir kategoriye koymuyordu...

Sûfîlere sohbet gerek!
Ahîlere âhret gerek!
Mecnunlara Leyla gerek!
Bana seni gerek seni!!

Âdetâ, konu Allah olduğunda "vecih" O’na “sen” diyebilmenin anahtarıydı ve sanki bu kelime ile Allah’a havf, ittikâ ve haşyet ile yönelişlerin dışındaki bir yöneliş anlatılıyordu: Aşk!

“Aşkın aldı benden beni! Bana seni gerek seni!

En’âm:53’deki “fitne” bu olabilir miydi??

Tabii, bu arada Yûnus Emre’yi durdurabilene aşk olsun…

“Gözüm seni görmek için, elim sana ermek için... 
Bugün canım yolda koyam, yarın seni bulmak için!
Uçmak, uçmağım dediğin, mü’minleri yeltediğin; 
Bir ev ile bir kaç hûri; hevesim yok "uçmak" için!
Sûfîlere ver sen onu; bana seni gerek seni!
Ben nasıl terk edem seni, şol bir ev ile çardak için?!”

Hakikaten, En’âm:52,53 ve Kehf:28. âyetler birilerine karşı Resulullah’ı tedbirli davranmaya yönlendiriyordu??

Âyetleri defalarca okudum!

“…yed’ûne rabbehüm bi’l-ğadâti ve’l-aşiyyi...”  bir açıklık getiriyordu; ama bu zâten güzel bir şey değil miydi?? 

Nitekim, bunu Yunus’ta görmek mümkündü…

“Dağlar ile, taşlar ile çağırayım Mevlâ'm seni...
Seherlerde kuşlar ile çağırayım Mevlâ'm seni!

"Garip” bir durum olmalıydı ki, 53. âyet bir fitnenin varlığından haber veriyordu… Gâliba, Yunus Emre de aynı “gariplik”ten bahsediyordu

“Dînin terk idenin küfürdür işi!! Bu ne küfürdür, imandan içeru??”

Peki, neden Emre’ye bu kadar takılıp kalmıştım?! Yoksa, farkında bile olmadan Kehf:28’deki “velâ ta’dü aynâke anhüm...” gereğince mi davranıyordum?!

Bilmiyorum; belki de bu konular ağır gelmişti?! Allah’ın/Rabb'in vechi bir yana kendi vechimiz hakkında bile yeterli  zemin etüdü yapabildiğimizden emin değildim?! Fakat, Yunus Emre sanki bunu da çözmüştü??

Demişti ki...

Beni bende deme; bende değilim!!
Bir ben vardır bende, benden içeri!!
Süleyman kuş dili bilir dediler!
Süleyman var, Süleyman’dan içeri!!”

Yukarıda geçmişti… Acaba, bu “benden içeri ben” olgusu vechimiz olabilir miydi?? Biz "hanif" olarak "benden içeri benimizi" mi tevcih ediyorduk “El-Fâtır”a?! Onu mu ikâme etmeliydik dîni kayyime?! Onu mu teslim ediyordu muhsinler Allah’a???

Yine başa döndük… Sorulaaaar?! Yine sorular!

Ama bizim vechimiz, ama "ilâhi vecih" olsun; âyetlerin ortaya koyduğunu akademik bir disiplin içinde adlandırmak gerekseydi, “Teveccüh” uygun olur muydu?? Yoksa, tasavvuf denilen şey bu muydu?? Ancak, nerede başlıyordu ve nerede bitiyordu?! 

Meselâ, Yûnus kendisini "sûfî" olarak bile görmüyordu?! 

Meselâ, vechini Allah için islâm edenler tüme varmaya çalışıyorlar da; Rabb'in vechini mûrad edenler tümden gelmeye mi çalışıyorlardı?? 

Yoksa, Rabb'in vechini murad safhası, vechimizi Allah’a teslim ettikten sonra gelen bir üst safha mıydı?? Var mıydı aralarında bir bağlantı; yoksa farklı farklı haller, farklı modeller miydi??

Meselâ, hanif yaklaşımın sembolü olan Hz. İbrahim (Selâmün alâ İbrahîm) Hz. Lût’tan (a.s.) önce kendisine misafir olan operatör elçileri operasyondan caydırmaya çalışmasına rağmen... (Hûd:74,75,76)

Kalbinin mutmain olabilmesi için Rabbimizin ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini istemesine rağmen... (Bakara:260)

Nasıl oluyor da oğlu İsmail’i rüyasına tâbi olarak –sorgusuz sualsiz- boğazlamaya tam teşebbüs edebiliyordu?! (Sâffât:102,103,104,105)

Peki, bu durum karşısında Hz. İsmail (a.s.) “setecüdinî inşaALLAHu ma’as-sâbirîn” diyerek nasıl tam teslimiyet gösterebiliyordu?! (Sâffât:102) Oysa, Hz. Mûsâ (a.s.) benzerî bir durumda sabır gösterememişti?!

Indi ilâhîden kendisine rahmet verilmiş ve ledünnî ilim öğretilmiş kişi (Kehf:65) karşısında, “setecüdinî inşaALLAHu sâbiran..” sözü veren Hz. Mûsâ “e katelte nefsen zekiyyeten biğayri nefsin..” (Kehf:74) diyerek itiraz etmişti!!

Kısacası, muhsinlerin dünyasında da anlamamız gereken daha çok şey vardı… 

Evet, kulu ile Rabb arasında vecihler arası bir teveccüh ilişkisi vardı… “Teveccüh” muhsinlerin dînin insan için olduğunu ortaya koyan ihsanları ile gelişiyordu…Yâni, teveccühün ilâhi değeri dünyadaki insânî değerleri de üretiyordu… 

Çünkü, insandan insana teveccüh ihsan ile oluyordu… Bir şeyler anlatabildiğimi pek zannetmiyorum… Çünkü, anlattıklarım anladığımı zannettiklerimdir?!

Bu incelemeyi tenezzül edip sonuna kadar okuduysanız; bu ancak "teveccüh" göstermenizdendir!

İhsanımız bütün vecihleriyle ziyâde olsun!


Neyzen Semazen


Not: III. bölüm II. bölüm ile birlikte okunmalı ve değerlendirilmelidir.

30 Kasım 2011 Çarşamba

Teveccüh: Kurân'daki Tasavvuf / II

www.jaumeplensa.com


Hayâl etmek ve başarmak arasındaki ilişkiyi hepimiz biliriz. 

Hayal dünyalarımızın konforundan hepimiz yararlanırız ve bu insanlığımızın en temel fonksiyonlarındandır. Meşhur sözdür, “İnsan hayal ettikçe yaşar!”...

Bu yazımda sizinle bir hayalimi paylaşacağım… Kurân üzerine bir hayal!

Hayal-Kurân arasındaki bu serüvende tasavvufu arayacağım.. Hayal kadar subjektif ve Kurân kadar objektif iki unsur arasında dengede kalmaya çalışacağım...

Kurân’ın rehberliğinde bu dengeyi sağlamakta güçlük çekmeyeceğime dair bir güvene  sahibim!

Evet, artık hayal kapısından Kurân boyutlarına giriş yapabilirim. İlk görüntü perdeye yansıdı bile!

Hayal dünyamda önce bütün kitaplar buharlaştı... Bir tek Kurân kaldı!

Bu sınırsız gücün(hayal gücü) yetkisi ile hafızalara müdahale ettik ve hafızalardan tasavvuf adına ne varsa, hepsini sildik… Ne yolu kaldı; ne yöntemi… Ne mürşidi kaldı; ne müridi… Ne uçanı kaldı; ne de uçuranı!

“Tasavvuf, Sûfilik” gibi terimlerin bile silindiğini söylememe herhalde gerek yok?! 

Tabii olarak, İslâm tarihinden bugünlere yâdigâr ne Kâdirilik kaldı; ne de Nakşilik ve diğerleri!!

Hayal gücümüzün gerçekleştirdiği bu sınır tanımaz operasyondan -elbette- Tasavvuf Ana Bilim Dalı da nasibini aldı ve bu konuda ihtisas yapmış bütün akademisyenler bir anda ünvansız ve işsiz kaldı! 

Hayal gücümüzün sağladığı bu inanılmaz konfor sâyesinde, Kurân ile başbaşa kaldık!

Vechi tevcih (etmek)

Bu bağımsız okuma esnasında Enâm-79. âyete takıldık… 

Hz. İbrahim “innî veccehtü vechiy…” ile istikâmetini ilân ediyordu... 

"Ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri fatr eyleyene döndürdüm. Ben müşriklerden değilim.” 

“Yüz” kendi yüzüydü… “El-Fâtır”a vechini tevcih etmişti...

Ya “hanif” olduğu için yüzünü doğru adrese tevcih edebilmişti; ya da vechini tevcih edebildiği için “hanif” olmuştu??

Gâliba ikisi aynı şeydi: “Vechimizi O’na tevcih etmek”...

Vechi ikâme (etmek)

Ancak, Kurân bununla yetinmiyor; vechimizden daha fazlasını bekliyordu…

Rûm Sûresi 30. âyette “fe-ekım vecheke liddîni haniyfen…” buyurulurken, aynı sûrenin 43. âyetinde “fe-ekım vecheke liddîyn’il-kayyim…” şeklinde emir tazeleniyordu!

Din “kayyim” idi ve dîn-i kayyime hanif olarak vechimiz (yüzümüz) ikâme edilmeliydi!?

Vechi islâm (etmek)

Bu talepleri karşılayabileceğimi hayal ettim… Ancak, bu hülya da kısa sürdü! 

Çünkü, Kurân’da vechimizi ilgilendiren yeni bir aşama vardı… Bu aşamada kişi hanif olmanın dışında “muhsin” de oluyordu!

Bakara-112Nisâ-125 ve Lukman-22 âyetlerde “.. men esleme vechehû lillah..” kalıbından sonra hep “ve hüve muhsinun..” tanımlaması geliyordu…

Âyetler söz birliği içinde sanki şunu deşifre ediyordu… 

Hz. İbrahim’in hanif olarak başlayan yolculuğu “halîl” olması ile taçlanmıştı… Fakat, arada muhsin olmayı başarmak gerekiyordu…

Vechimizi Allah için islam ederek veya bir başka nüansla vechimizi Allah’a teslim ederek “muhsin” olabilmek yolunda hayal gücümü işletmeye başlamıştım artık! 

Allah muhsinleri seviyordu; “…ve ehsinû” buyuruyordu Bakara’nın 195. âyetinde!

O’nun rahmeti muhsinlere yakındı… (Ârâf:56) 

Çünkü onlar, bollukta ve darlıkta infak edebiliyorlar; öfkelerine yenilmiyorlar ve insanları affedebiliyorlardı… (Âli İmran:134)

Kurân’da sayısız ihsan örneği sunuluyor ve muhsinler açıkça taltif ediliyorlardı…Bu durum, ister istemez bazı soruları gün yüzüne çıkardı… Öyle ya, neden nefsimizden değil de hep vechimizden bahsediliyordu?? 

Yâni, neden nefsimizi değil de vechimizi dîni kayyime ikâme ediyorduk ve neden nefsimizi değil de vechimizi Allah için islâm/teslim ediyorduk???

Oysa, Kurân belki de yüzlerce âyette nefs kelimesi ve türevleri ile açıklamalar getiriyordu… 

İlgili âyetler incelendiğinde nefs kelimesi mânâ olarak sanki daha somut olandan bahsediyordu?? Sanki, vech kelimesi nefsimizden çok bizi temsil edendi ve fakat daha gizemliydi?!

Bizim bir sîmâmız vardı… Ancak, vechimiz o değildi! Sîmâ da vechimizin bir yansımasıydı! “Sîmâhüm fî vücûhihim min eser’is-sücûd…” (Feth:29)

Allah aşkına neydi “vech”in hikmeti?!

Evet, kelime olarak "vech" yüz mânâsına geliyordu… Peki bu her şeyi açıklamaya yetiyor muydu?? 

Yetmiyordu!!

Li vechillah

Nasıl olsa, Kurân ile başbaşaydım;araştırmaya devam ettim.

Gördüm ki, İnsan Sûresi 9. âyette bazı insanlar, besledikleri insanlardan teşekkür veya bir başka karşılık beklemeden, bunu sâdece li vechillah yapıyorlardı…

Rabb'in vechini ibtiğa

Bazıları da Rabbin vechini ibtiğa ederek güzellikler ortaya koyuyorlardı…

Salâtı ikâme ediyorlar; gizli âşikâr infakda bulunuyorlar; kötülüğü iyilikle savıyorlardı!

Râd:22 ve Leyl:20 bunu dileyenlere tahsis edilmişti… “İlle’btiğae vechi rabbih’il-e’lâ”

Acaba, bu âyetlerdeki "vech" Rabbimizin rızası mıydı? Yoksa, rızâyı da içine alan daha soyut bir anlatım mıydı???

Üstelik, ben daha insanın vechine ilişkin tatmin edici cevaplara ulaşmış değildim?!

AncakBakara:207′ye ve 265′e baktığımda Yaradan’ın rızâsını (vechini değil) orada açıkça gördüm: “İbtiğâe merdâtillah….”

Peki, Allah’ı hoşnut (razı) etmeyi istemekle, onun vechini ibtiğa etmek arasında fark olmadığını düşünebilir miydik??

Bunu düşünmemize müsâde edilseydi; bu ifâde farklılıkları olur muydu??

Okumaya (İkra ve rabbüke’l-ekrem) devam ettim…

Allah'ın vechini irâde, murâd (etmek)

Evet, bir kısım insanlar da vardı ki Allah’ın vechini murad edinmişlerdi… Bu durumlarına paralel sergiledikleri ameller, hep daha âdil bir dünya içindi… Cenâbı Mevlâ hem amellerinden hem de niyetlerinden birbirini tâkip eden iki âyette bilgi veriyordu..

“… yürîdûne vech’ALLAH…” (Rûm:38)

“…türîdûne vech’ALLAH…” (Rûm:39)

Vechini islâm etmekten başlayarak; Allah’ın vechini murad edinmeye kadar okuduklarımda yer alan insan modelleri, hep dünya ve insanlık için daha güzelini eyleme dökebilen niteliklerle anılıyorlardı… Ortak özellikleri buydu!

Rabbimiz, bir vech meselesi olarak farklarını ortaya koymuştu; ama ben farkları kavrayabildiğimden pek emin değildim?!

Rabb'in vechini irâde, murâd (etmek)

Benim anlayışım kıttı… Ancak, Allah’ın izniyle aşarım ve bir gün anlarım ümidim çoktu!

Bu ümidin verdiği enerji ile hayal gücümün koruma altına aldığı bu Kurânî dünyadaki seferim, En’âm Sûresi’nin 52. âyeti ile karşılaşınca zorunlu olarak son buldu!

Böyle olunca, her şey eski hâline dönüverdi!!

Allah’ın Resûlünü zâlimlerden olma tehlikesine karşı uyaran bir âyetti En’âm:52! Dahası 53. âyet bir fitnenin varlığından bahsediyordu!

Bazı insanlar vardı ve onlar Allah’ın değil -kelime olarak- Rabb'in vechini murâd edinmişlerdi ve seherde gecede O’nu çağırıyorlardı…

“… ellezîne yed’ûne rabbehüm bi’l-ğadâti ve’l-aşiyyi yürîdûne vechehû…”

Peki, bunda ne mahzur vardı ki Peygambere onları kovmaması, “velâ tadrud” açıklığında emrediliyor ve aksi durumun zulüm olacağı hükme bağlanıyordu??

Bununla da bitmiyordu… Kehf:28′de aynı insanlar hakkında Peygambere ve onun şahsında bize yeni tâlimatlar veriliyordu…

“V’asbir nefseke ma’a…” emriyle onlarla beraber veya onlara karşı (?) sabırlı olması; “..velâ ta’dü aynâke anhüm…” emriyle de gözünün onların üstünde olması veya gözlerini onlardan ayırmaması isteniyordu??   (Devam edecek...)

Neyzen Semazen

Not: Âyet numaralarının altında, meallerine ulaşmanız için linkler verilmiştir.

27 Kasım 2011 Pazar

Teveccüh: Kurân'daki Tasavvuf / I*



Hatırlarsanız, "Kurân Senin İçinde" başlıklı makalemizde Sayın Yusuf Kaplan'a ve kendi yazılarında gündeme getirdikleri "ümmîleşmek" kavramına atıfta bulunmuştuk.

Sayın Kaplan, kendi "ümmîleşme" tanımını ortaya koymuştu ve sözünün en başında merhum Mehmet Âkif Bey'in "ilhâmı doğrudan Kurân'dan almak" ilkesine itirazını sebepleriyle izah etmişti.

Biz de bu itiraza itiraz etmiştik!

Ümmîleşmenin ancak ilhâmı doğrudan Kurân'dan almakla mümkün olabileceğini; Peygamber Efendimizden sonra başka usulde ümmîleşmenin mümkün olamayacağını iddia etmiştik!

Yâni, bizim ümmileşme dediğimiz şey, Kurânî Zekâ'mızı etkinleştirmek ve seviyesini imkân/nasip ölçeğinde yükseltmek demektir! Kurân'daki zekâ ile bizdeki zekânın kilit/anahtar uyumunu yakaladığı özel bir seviyeden bahsetmektiyiz. Bu özel durum, ümmîleşme hedefini de karşılamakta ve içine almaktadır!

Şimdi, bunu Aralık 2007'de kaleme aldığım bir Kurân incelemesi ile somutlaştırmaya ve örneklemeye çalışacağım...

İkinci ve üçüncü bölümlerde, ilhâmı doğrudan Kurân'dan almanın ve bu yolla ümmîleşmenin nasıl olabileceğine dair sizlere fikir verebilecek bir inceleme okuyacaksınız...

Biz bu incelemeyi, zamanında tasavvuf/tarikat süreçlerini tamamen inkâr eden ve bunu Kurân'ı referans alarak yaptığını söyleyen bazı insanlara karşı kaleme almıştık!

Yani, onlar ilhâmı doğrudan Kurân'dan aldıklarını zannediyorlardı?! Maalesef, buna rağmen bir türlü ümmîleşemiyorlardı?!

Diğer taraftan, tasavvuf/tarikat süreçlerini tecrübî olarak yaşayan ve hallerinden memnun oldukları için itirazlara   kayıtsız kalan veya tepeden bakmayı tercih edenler vardı...

Onlar da, nihâyetinde "Ben ol da, anla!" diyorlar; muhataplarını "doğrudan" Kurân'a yönlendiremiyorlardı!

Hülâsa, "ilhâmı" nereden ve nasıl alacağımız yeni bir tartışma değildir! Ancak, artık bu tartışmanın sonunu getirmeliyiz ve nihâî delillere, ispatlara ve metotlara ulaşabilmeliyiz!

Yoksa, dînimizden ve dînî kaynaklarımızdan bin sene daha ilim yerine sâdece "edebiyat" tahsil ederiz?!


Neyzen Semazen


*Tasavvuf literatüründeki "teveccüh"ten bahsetmiyoruz!

20 Kasım 2011 Pazar

Dünyanın İlk ve Tek Kurânî Zekâ Projesi



Değerli Blog Okurum,

Orada mısınız ve eğer oradaysanız kaç kişisiniz bilmiyorum?! Buna rağmen, "Kurânî Zekâ"yı işlemeye devam ediyorum!

Bugün, bu yazımda sıra dışı bir şey yapalım ve Kurânî Zekâ'yı peyderpey ortaya koyacak olmama rağmen, istisnâ olarak yüksekten uçalım!

Metot olarak takip ettiğimiz "basamaklandırmayı" bu yazıda terk edelim ve çok yüksek basamaklara geçici olarak terfî edelim...

Rabbânî nasîbimizmiş;  2010/2011'de araştırma projesi hüviyetinde dünyanın ilk Kurânî Zekâ projesini -üzerinde çalışmak ve geliştirmek üzere- ülkemizdeki ilgililerine "sinopsis" halinde teklif ettim!

O sinopsiste,  araştırma statüsünün "teolojik keşif" olacağını söylüyordum!

Araştırmanın niteliği için şunları not ediyordum sinopsiste:

"Araştırma nitelik olarak sıra dışıdır! Çünkü, bilimin ürettiği yapay mucizelerden farklı olarak, Mucize'nin ürettiği bilim alanında yer alır!

Kurân mûcizedir! Kurân'dan doğan bilim alanı henüz tanınmış değildir! İlâhiyat alanında bilinenler ve üretilenler bu alana ait değildir!"

Bu rakım iyi geldiyse devam edelim derim?!

Ardından, araştırmanın metodunu ortaya koyuyor ve yukarıda söylediklerimi anlaşılır kılmaya çalışıyordum...

"Kurân’ın sembolizmi, şifreleri, kilitleri ve anahtarları vardır. 

Bu çalışmada olduğu gibi holistik verilere, değerlere, sabitlere ulaşılmak hedeflendiğinde Tefsir ve Fıkıh metotları yetersiz kalır. Bu bildik metotların alanı, bugün akademik alandır.

Akademik alanın ve olanın dışında, Kurân’a erişebilmek TE’VİL ile olur. Bunun ise okulu yoktur! Tıpkı mucitliği öğreten bir okulun bulunmayışı gibi!

İcat kendini ispat eder ve sahibini mucit yapar. Te’vil de böyledir.

Te’vil tamamlandığında mucize açığa çıkar. Mucizenin görünür olması te’vilin sağlamasıdır. 

Bu anlamda, Kurân’a ait, te’vil yoluyla ulaşılan her bir mucize, te’vilin metot olarak müstesna ve müstakil yapısını da açığa çıkartır.

Te’vil bir çeşit anahtar ise, her bir Kurân mevzuunda tek bir anahtarla kilitleri açmak kabil değildir. Yeni kilitlere yeni anahtarlar bulmak icap eder!

Bir başka ifade ve benzetme ile ampulü icat ederken tutulan yoldan bir de telefon icâdı beklemek mümkün değildir!

İcâda giden yolda yapılan her bir deney ve denemenin mûcidi yönlendirmesi gibi, Kurân da te’vile çalışan zekâları, kilitleri açacak anahtarları üretmek üzere yönledirir."

Bu çok özel yoldan giderek, Kurân'a göre "Ribâ Yasağı"nın bütün kodlarını ve hatlarını belirlemeyi, Ribâ'nın Kurân'daki mutlak tanımına ulaşmayı ve böylece faizsiz finans alanında tek teori ve tek pratik hedefine ulaşmayı istiyor ve hesap ediyorduk!

Sinopsiste, araştırma/geliştirme/projelendirme safhalarını detaylarıyla tek tek tasarlamıştık! 

Öyle bir süreç işleyecekti ki, bir safhadan sonra dünyanın dört bir tarafından ilâhiyatçılar ve iktisatçılar bu konuyu tartmak, tartışmak üzere müdâhil olabileceklerdi... (Detaylar mahfuz!)

Muhtemelen, bu özel Kurân modeli karşısında bir çok ilâhiyatçı iman tazeleyecek ve bir çok batılı iktisatçı da İslâm'da karar kılacaktı?! 

Bir mektup, bir makale ve bir de sinopsisten oluşan bu proje teklifimi birinci dereceden yetkililere aşama aşama ulaştırmaya ve ilgi düzeylerini görmeye çalıştım!


İlk muhatabımın duyarsızlığı karşısında acı bir fren yaptım! Çünkü, bu nevî meseleler çift yönlüdür! Zâhir ve Bâtın arasında kuvantum irtibat vardır! Dolayısıyla, kutsiyet kaçınılmazdır!! 


Kutsiyet taşıyanı ayağa düşürmekten sakınmak gerekir!! Saygıda kusur edeni silkelerler!! Borsada silkelenmeye hiç benzemez!!

Derin tefekkürler ardından, bir zaman sonra diğer muhataplara da projeyi takdim etmeye çalıştık. Yüksekten uçtuk ama aşırı hız yapmadık!!

Maalesef, birinci derecede yetkili ve sorumlu muhataplarım, mektuplarımı cevapsız bırakacak kadar âdâba mugayir davrandılar! 

Mâliyetini şahsen üstlendiğim uzunca bir süreçten sonra, artık yeni ve yetkili muhataplar arayacağımı  zannetmiyorum!!

Muhataplarımın "yetkili" olmalarına rağmen "ilgisiz" kalmalarından bîzar, dünyanın ilk ve tek Kurânî Zekâ projesini ilâhî murâda havale ediyorum!

"Elin gâvuru" milyarlarca avroyu Tanrı Parçacığı'nın (Higgs Bozonu/Parçacık Fiziği/CERN)  peşinde harcasın; biz "cennetlik müslümanlar" Tanrı Buyruğu'nun* (Kurân) peşinde sadaka kültürü ile patinaj yapalım?!

Encâmımız hayrolsun!

 Neyzen Semazen

* Ömer Rıza Doğrul'un yazdığı Kurân mealinin ismi...