13 Eylül 2012 Perşembe

Kelebek Etkisi ve Pamuk İpliği





Biliyorsunuz ya da bilmiyorsunuz; yerküre çok ısındı!

Küresel ısınmadan bahsetmiyorum; bu belki zâhire taşan belirti?! Elbette, mâverâdan zâhire nice sinyaller ulaşır, Mors alfabesiyle anlaşılması mümkün olmayan... 

Anlamak için iman ferasetinden nasibi olmak lâzımdır! Bunun zirvesi Kurânî Zekâ'dır!

Kader sahnesinde kozmosla kaosu ayıran, çok ince bir çizgidir. Belki, kaostan koruyan sınır pamuk ipliğiyle çizilmiştir ve belki kozmos bir kelebeğin kanat çırpışları karşısında korumasızdır?!

Bu "belki"lerden daha tehlikeli bir "belki" vardır! O da, kelebeğin ipliğin en zayıf noktasına konmasıdır!

İşte bu fesadın ve fitnenin had safhası, zirve noktasıdır!

Bana öyle geliyor ki, "Innocence of Muslims"  işte tam budur!

Öyle bir fesat, öyle bir fitne tasarlamışlardır ki, bir taraftan Resulullah'ın mânevi şahsiyeti başta İslâm'ın bütün kutsallarına bu filmle saldırmışlardır; üstelik 11 Eylül'de! Diğer taraftan, Libya'daki suikast ile İslam dünyasına yeniden terör isnat etmişlerdir! 

Ama hayır; ajitasyona hayır! Provokasyon ajitasyonla büyür!

Provokasyon onların işi; başka ne bekliyoruz ki?!

İftira, entrika, fitne, fesat, suikast, sabotaj, terör onların işi!

Böyle olmakla birlikte, kelebek pamuk ipliğinin zayıf noktasına konmuşsa, kaostan kozmosu kim ve nasıl korur?!

Bunun için, önce Kurân'da "kelebek etkisini" görmeli; kozmosla kaos arasında her şeyi tutan pamuk ipliğini hissetmeliyiz.

Meryem Sûresi'ne bakıyoruz. 90. âyet:

"O yüzden, neredeyse gökler çatlayacak; yer yarılacak ve dağlar toz duman olacaktı."

Kozmosu kaosa sürükleyecek bu şey ne olabilir acaba?!

Cevap için ve Kurân'da kelebek etkisini görmek için 88. âyete dönelim. 

"Ve Rahman oğul edinmiştir, dediler!"

89. âyet: "Gerçekten siz çok ileri gittiniz!"

91. âyet ise bir daha teyit eder: "Rahman'a çocuk isnad ediyorlar demek?!"

Nasıl; kâinatın dengelerinde pamuk ipliği hassasiyetinin varlığını sezebildiniz mi?? Kelebeğin kanat çırpışlarının göklere yerlere tesirini anlayabildiniz  mi?!

Şimdi; şu uğursuz filme dönelim!

Fragmanı kaç dakikalıktı bakamadım. Çünkü, ilk bir dakikada "kim kimdir"i anlar anlamaz dehşetle irkildim ve izlemeye son verdim. 

Bu "muzır" neşriyatın İslâm'ı hedef aldığı sözünü yeterli bulmuyorum. Çünkü, din -her ne kadar bağlıları bulunsa da- soyut bir kavram! Bu nevi neşriyat karşısında "İslâm'ı hedef alan..." etiketini biz kullandığımızda, otomatik olarak meseleyi küçültüyoruz! Oysa, mesele çok ama çok büyük! Çünkü, taammüden Hz. Muhammed Mustafa'nın mânevî şahsiyetini hedef alıyorlar! 

İşte bu çok ağır! İşte bu, kelebeğin pamuk ipliğine tünediği nokta! Koptu kopacak!! 

Küçük veya büyük kıyâmet çattı çatacak?!

Bir fitne, bir imtihan içine sürükledi Kader bizi! Ağır ve "onurlu" bir sorumluluk yüklendi İslâm  dünyasının omuzlarına! 

Resulullah'ın haysiyetine dokunan bu melanet karşısında "yetersiz/etkisiz/âciz" kalmak, kelebeği güçlendirir; ipliği zayıflatır! Bunun altında bütün dünya kalır!!

Peki, ne yapılmalıdır?!

MaşaALLAH, Sn. Muhammed Mursî ne yapılabileceğinin en mütekâmil örneğini, yerinde ve zamanında kararlılığıyla ortaya koymuştur! Bu mel'anete ilk olarak o "One Minute!" demiştir!

İnisiyatif, müslüman siyasi liderlerin/önderlerin/rehberlerin elinde ve dilinde olmalıdır!

Sokaklar bu işten uzak tutulmalı/kalmalı; camîler faal olmalıdır! 

Bu filmin şimdi ve gelecekte -her mecra ve medyada- yayınlanmasını engelleyecek uluslar arası hukuk tedbirleri ihmâle uğramadan ve âcilen alınmalıdır. 

Hukukun sağladığı imkânlarla bu filmin içinde/arkasında bulunan kişileri ve adresleri -İslâm ülkeleri başta dünyanın dört bir yanında- "istenmeyen adam" ilân etmenin yolları aranmalıdır! 

Uluslar arası nitelikte kuruluşlarımız, âcil gündemle bunun için toplanmalı ve Resulullah'a hakarete izin vermeyeceğimiz "ültimatom" mahiyetinde haykırılmalıdır!

İslâm dünyası, Resulullah'ın şerefini müdafaa hususunda "âciz" kalırsa; başka hangi konuda "mûciz" olabilir?!

Bu uğursuz film ve onun arkasına gizlenmiş entrika ve tuzak karşısında, kükremek şarttır! Ancak, sokaklar değil; önderler/liderler kükremelidir! Hukuk kükremelidir!! Aksiyon kükremelidir!!

Resulullah için kükreyemedikten sonra, yaşamanın ne anlamı var ve İslâm'ın ne faydası var?! Biz iman etmemişiz demektir?!*

Biz "müminler" değilsek; kozmosa ne gerek var?! 

Kelebek kımıldar; iplik kopar... KAOS!**

Neyzen Semazen

**Allah ümmeti Muhammed'i şahsiyet fukaralığından ve kötü âkıbetten korusun!

4 Mayıs 2012 Cuma

'Aşkın Pazarı' ve Kurânî Zekâ




Değerli Okurum,

Geçici mi, yoksa kalıcı mı olacağını benim de bilmediğim bir ayrılık giriyor aramıza... 

Blogun 7 aylık istatistik verileri, benim bloga daha fazla zaman ve enerji harcama şevkimi kuvvetlendirmeye bir türlü yanaşmadı. Kendilerine kalpten teşekkür ettiğim iki "üye" okurum dışında, bütün okurlarım "üvey" kalmayı tercih ettiler. 

Kimi, Google/Görseller'den bir resmin peşinde Kurânî Zekâ'ya ulaştı; bir daha uğramadı. Kimi, Kurân'ın peşinde bir uğradı; bir daha yolu düşmedi... Kimi bir kelimenin izini sürerken, bize şöyle bir uğradı... 

Kiminin biz ayağına kadar gittik... Kurân üzerine çalıştıklarını bilerek,  adresimizi kendilerine bildirdik. Hayatlarında ilk defa duydukları "Kurânî Zekâ" kavramı, onları bir "tık"la dahi bize ulaşmaya ikna edemedi!

Yolun yarısında, sosyal medyadan da yararlanmaya çalıştık. Din ile, Kurân ile  ilgisi olan değerli insanlar, söylediklerimizin değerini tartmak için bile -istatistiğe yansıyan- bir alâka göstermediler.

Yedi aylık etkinliğimiz süresince, hiçbir yerde bizden alıntı yapılmadı; hiç kimse bizden link vermedi! 

Semazen'i başka adreslerden tanıyan bazı okurlar, yorumlarda yer verdiğim -en az makaleler kadar önemli- detayları tâkip edebilmenin tek yolu olan üyelikten -nedense?- uzak durdular... İki üyeli bir blogta etkinliğinizin -takdir edersiniz ki- okurla ne kadar buluştuğunu kestirmek zordur. Yapacağınız tahminin iyimser olması da zordur?!

Tabiatıyla, sanal mecranın ayrıcalığı interaktif olmasıdır! Dolayısıyla, blogun sâdece benim "aktif" olmam sûretiyle yürümesi imkânsızdır! Geri bildirim almak; iletişim ve etkileşim içinde olmak şarttır! Maalesef, biz bu yönde bir teveccühe mazhar olamadık! 

"Aşkın pazarında canlar satılır..." diye haber veren Yûnus'un "Satarım canımı; alan bulunmaz!" idrâkiyle artık,  sanal dünyada "satış" yapmaktan vazgeçtik.*

Oysa, başka bir adreste de test ettiğim blog yazarlığını, özellikle kendi blogumda çok sevmiştim. Hele hele QQ içerikli meseleler yanında, ülke ve dünya gündemine temas edebilmek benim açımdan çok önemliydi.

Ajandam/3'de sıraladığım incelemeleri tamamlayamadığım ve sunamadığım için üzgünüm... Belki onlardan bazılarına -gelecekte bir gün- kitabımızda yer vermek nasip olur?!

Sonuç olarak, Kurânî Zekâ (QQ) blogumun ve -bir gün yazmak ve yayımlamak nasip olursa- kitabımın içeriği ve hedefi alelâde değildir!! Bu ilim, başka ilimdir!! Üfürükten tayyare değildir!!

Ben de Hacı Cavcav değilim!

Umarım, siz de Karagöz olmadığınızı idrâk edersiniz...

Zira, burada çocuk eğlendirmedik!

Saygılarımla,

Neyzen Semazen


* "Alan yoktur, satamadım./ Suları ıslatamadım!" Abdurrahim Karakoç

Not: "Kapalıyız" yazan Türkçe güzel bir resim bulamadım; özür dilerim. Blog yayında kalacaktır. Ancak, benden yeni  yazı ve yorum alamayacaksınız.      neyzen_semazen@yahoo.com

24 Nisan 2012 Salı

İslamî Bankacılık ve Gesi Bağları


'Hangi Bağın Bağbanısan'

Maksadı üzüm yemek olanın, bağcıyla işi olmaz! Ancak, bağcının da ürettiği ve sattığı üzümden emin olması gerekir?!

Gesi bağlarında dolanmak, her zaman şarkıdaki gibi melodik ve lirik değildir! Bazen, armudun sapı/üzümün çöpü sıkıntı verir insana... Hele hele, küresel finansın mayalama tekniklerinden etkilenen özel bir alanda faaliyetiniz varsa, üzüm suyu ile şarabı karıştırmak ihtimaliniz yüksektir! 

Bu yüzden, üzüm yerken ve yedirirken hangi bağın bağbanı olduğumuzu unutmamak gerekir!!

İslâmî bankacılıkta,  bağbanlığa "İslâm" kelimesi yön verir! 

Çünkü, bizim için "Riba yasağı" İktisat biliminden değil; Kurân'dan, yani İslâm'dan gelir!

Böyle olunca, Sezar/Tanrı ayırımını esas alan dünyada "İslâmî Bankacılık" büyük bir iddiadır?! Tabii olarak, İslâm büyüktür ve Sezar'a -istemesi halinde- öğretecek çok şeyi vardır!

Dolayısıyla, 50 yıllık İslâmî Bankacılık tecrübesi, din/dünya ve din/bilim buluşması/uyuşması için fevkalâde değerlidir!!

Riba yasağı iktisadi bir ilkedir ve bu sûretle, Kurân dünyaya İktisat öğretmektedir!

İslâm'ın gönüllü ve imanlı talebeleri olarak, iktisâdi etkinliğimizi tartacak "gönülsüz ve çok bilmiş" dünya karşısında sınav verdiğimiz gün gibi âşikârdır!

Bu münasebetle,  "katılım" içeren "faizsiz" bankacılığımızın 50 yıllık tecrübesinden çıkaracağımız sayısız ders vardır!

Biz de makalemizde, 2012'in ilk çeyreğinde tanık olduğumuz bir gelişmeden ders çıkarmaya çalışacağız. Takdir edersiniz ki ders çıkarmadıkça, dünya ders verme liyakatimizi sorgulayacaktır! Daha kötüsü, başarısızlığımız İslâm'a mâl edilecektir!

GES Ayrı, Gesi Ayrı

"Gesi Bağları" türküsünü bilmeyenimiz yoktur; ancak GES'den sâdece ilgilenenler haberdardır...

GES (Gelire Endeksli Senetler) ve GOS'u (Gelir Ortaklığı Senetleri) Rahmetli Turgut Özal'ın 28 yıl kadar önce tasarladığını biliyoruz. Devletin iç borçlanmada kullandığı GES'in  ihracı ilk kez 2009'da gerçekleşiyor.  

Senetlerin ihracından hemen önce, finansçı kimliği ve kariyeriyle Sn. Sami Uslu şu değerlendirmede bulunuyor.1

"Doğal olarak, yatırımcıya minimum getiri garantisi verilmesi söz konusu değil. Zira, böyle bir garanti, enstrümanı, tür olarak, getirinin önceden belirlendiği, bilindiği faizli tahvillere yaklaştırır. Halbuki, İslami esasa uygun her türlü finansal aracın getirisi ticari bir kazanca dayanmalıdır. Ticaretin en ayırıcı vasfı ise kâr veya zararın önceden bilinmemesidir. O kadar ki, 'Ticaret nedir?' sorusunu tek kelimeyle 'risktir' diyerek yanıtlamak yanlış olmaz."

İlk GES ihracının Ocak ayında gerçekleşmesinden sonra, Şubat ayında Sn. Hayrettin Karaman konuyu inceliyor ve Sami Uslu'nun ihtiyat kaydına rağmen "minimum getiri garantisi"ne şu izahı getiriyor.2

"İnsanlar bu senetlere rağbet etsinler diye devlet, kamu yararını ve devletin ihtiyacını gözeterek  'bu gelirler şu kadara ulaşmazsa üstünü ben tamamlarım' dediğinde bu teşvik ödemelerine benzer. Devlet fayda gördüğünde belli alanlara, karşılıksız olarak ödemede bulunabilir.

'Ben, belli KİT'lere ortak oldum, bunun gelirinden payıma düşeni alırım, ama kâr garantisinde faiz kokusu görüyorum, bunu almam' diyenler olursa, onlar da bu ödemeyi alır ve yoksullara dağıtabilirler.

Şuna da işaret etmek gerekir ki, normal durumlarda reel gelirin, senetteki asgari gelirden daha az olma ihtimali yok gibidir."

Görülüyor ki, Sn. Karaman Sami Uslu'nun ihtiyat kaydına açıklama getiriyor ve Hazine'nin taahhüt ettiği "asgari kupon getirisi garantisi"nde beis görmüyor.3

H. Karaman aynı makalesinde, bu senetlerin dört farklı Kamu İktisâdi Teşebbüsü'nün (KİT) gelirleriyle ilişkilendirilmiş olması sebebiyle "... devlet hakkı alım-satıma, bedel ile devretmeye konu olabilir mi?" diye sormuştur. 

Soru, Osmanlı'daki İltizam Usûlü esas alınarak cevaplanmış ve net olarak şu söylenmiştir.

"GES uygulamasının buna benzediğini ve meşru olduğunu düşünüyorum."

Üç Vakit Sonra

Nasıl olduysa, H. Karaman üç yıl sonra GES hakkındaki "dînî meşruiyet" kanaatinden caymış ve gazetedeki köşesinde şöyle yazmıştır.4

"Devlet vatandaşından borç para alır, buna karşı üzerinde faizi veya başka bir şekilde getirisi yazılı senet verirse 'faizli borç' almış olur. Verdiği getiri faizdir ve fertlerin birbirinden alıp verdiği faize nispetle manevi-dinî sorumluluğu daha ağırdır."

Dikkat edilirse, bu ifadelerde GES'in yatırımcı için anlamından ziyade, devlet için anlamı tahlil edilmektedir. Oysa, üç yılda devletin iç borçlanma senetlerinde ve kullanılan terminolojide hiç bir değişiklik olmamıştır.  Anlaşılan o ki, üç sene sonra bu senetlerin gelire endeklenmiş olmalarından ziyade, borçlanma senedi hüviyetine sahip olması H. Karaman'ın kanaatini ve fetvasını olumsuz etkilemiştir. 

Acaba, Sn. Karaman'ın Osmanlı'nın İltizam uygulaması hakkındaki müspet kanaati de değişmiş midir? 

Değerli fakih, yeni görüşlerini son makalesinde şu cümlelerle detaylandırmıştır.

"Özel görüşmelerde bazı ilgililere 'Bu senetlerin gelire endeksli senet (GES) değil, 'gelir ortaklığı senedi (GOS)' olması gerektiğini, maksat bu ise adının da böyle olması gerektiğini, ayrıca bu senetlerin 'devletin borçlanma enstrümanlarını çeşitlendirme' amacı ile ve borçlanma mahiyetinde olmaması, devletin hakkı olan bazı helal gelirlerin 'senet mukabilinde bedeli ile geçici devri' mahiyetinde olması gerektiğini ısrarla söylemiştim."

Adımız Çıktı Dokuza

Nitekim, üç yıl sonra "bazı ilgililerin" konu hakkında değişen yaklaşımları basına haber olmuştur. 

"Dikkat haram yiyorsunuz!" başlıklı Vatan Gazetesi'nde çıkan  habere, katılım bankalarının GES portföylerini "Sukuk: Kira Sertifikası"na tahvil etme istekleri  konu olmuştur.5 

Ayrıca, Sn. Karaman'ın GOS tanımı ile Hazine'nin iç borçlanma senetlerinden olan ve değişken faizli tahvil niteliğini haiz GOS'u  arasında fark vardır?! Bu nedenle, "bazı ilgililer" GES portföylerini GOS yerine Sukuk'a tahvil etmek istemektedirler.6

Tabii, bu arada katılım bankalarının portföyünde 984 milyonluk GES birikmiş ve bu senetlerin Tl bazında 3 aylık ve Dolar bazında 6 aylık hasılat payları "gelir" kaydedilmiştir. Yani, Sn. Karaman'ın değişen son görüşüne göre "haram" yenmiştir?!

Bütün bu olanların, yazarın yukarıda geçen ifadelerinden anlaşılacağı üzere, maksat birliğine rağmen rivâyet çeşitliliğinden kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz! 

Senetlerin adı GES mi olsun, GOS mu olsun...?! Mahiyeti, devletin hakkı olan gelirleri senet mukabili devretmesi olsun da,  borçlanma maksadı olmasın...?!

Anlaşılan, GES serüveni kanaat/içtihat/fetva/icra süreçlerinde yaşanan çok ağır sorunların varlığını haykıran ibretlik bir vak'a olmuştur!

Bizim tafsilatını aktardığımız süreci, "bazı ilgililer" şöyle özetlemektedirler... 7

"Söz konusu olayın aslı şöyledir. Hazine tarafından ihraç edilme kararı verilen Gelire Endeksli Senetler, daha önce Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın uygun görüşü üzerine katılım bankaları ile birlikte diğer bazı banka ve kuruluşlar tarafından  satın alınmıştır. Ancak bilahare uygulama aşamasında ortaya çıkan ayrıntılar sonrasında, GES’lerin bazı bakımlardan diğer devlet iç borçlanma senetlerinin özelliğini taşıdığı şeklinde Sayın Karaman’ın kanaati değişmiştir."

Özür Kabahati Solladı

Kısacası, GES uygulamasında -daha önce bilinmeyen- sonradan ortaya çıkan ayrıntıların neler olduğunu anlayamadığımı ve bu ayrıntıların helâli haram yapan tesirine akıl erdiremediğimi itiraf etmeliyim. 

Hele hele, gazetenin "ikaz" yüklü başlığına ve haberine gelen tekzip metnindeki şu açıklamayı kavramaya,  QQ seviyem bile yeterli olmamıştır!

"Bu durumda bankalarımızın yeni görüşe kadar satın aldıkları GES’lerde faizsizlik prensibi açısından herhangi bir problem bulunmamaktadır. Yani eldeki GES’ler ilk görüşe dayanılarak alındığı için vade sonuna kadar herhangi bir meşruiyet sorunu oluşturmamaktadır."

İşte bu imkânsızdır!!

Eğer, GES getirisinin riba olduğundan eminseniz; tahsil etmediğiniz dönem getirilerini gelir kaydedemezsiniz... Çünkü, Baraka: 278 sâdece inzâl edildiği dönemi değil; bizleri de bağlayacak sûrette riba bakiyesini -tahsil etmeden- bırakmayı emreder! Hatta o kadar ki, diğer riba âyetleri "ribayı yemek" yönünde yasak getirirken, bu âyet el sürmeden bırakmayı vazeder! Dokunamayız bile!! 

Eğer, ortada riba varsa; yemeyip yoksullara dağıtmak seçeneğiniz dahi yoktur!! Tabii, eğer Kurân'ın yasakladığı Riba'yı biliyor; tanımı ve sınırları üzerinde hiçbir tereddüt taşımıyorsak...??

Bakara: 278"Ey iman edenler! Allah'tan sakının (korkun) ve eğer müminler iseniz ribadan arta kalanı (almadıklarınızı) bırakın!"

Bağbanlık Zor Zanaat

Maalesef GES serüvenimiz gibi, 50 yıla sığdırdığımız sayısız İslâmî bankacılık tecrübemiz Riba'yı Kurân ölçeğinde bilemediğimizi, kavrayamadığımızı açıkça göstermiştir.

Üzüm suyunu şaraptan ayırt edemez vaziyetimiz, ürettiğimiz Fıkıh ve usûlünün mîadını tamamladığına işaret etmektedir!  Fıkıh ve Tefsir'e ve diğer İslâmî ilimlere yön ve ruh verecek; Kurân'ın îcâzından beslenecek özel bir inkişafa ihtiyacımız var... 

İşte, inkişafın gerçekleşeceği bu alana Kurânî Zekâ (QQ) diyorum, ben!

Bir gün, hepimiz bundan bahsedeceğiz!

İnşaALLAH!

Bülend Sungur

3 Nisan 2012 Salı

'Peygamber' ve Tuzu 'Guru'lar



'96 senesinde, meslek dalımda genç bir çalışandım. 

Mensubu olduğum özel kurum, kendi içinde yeniden yapılanmak istiyor ve çalışanlarının bu faaliyete gönüllü olarak katkı vermesini talep ediyordu. 

Aslında pek "gönüllü" değildim! Çünkü, işim çok yorucuydu ve bu rutin dışı faaliyetlere ayıracak enerjim kalmıyordu. 

Bu makûl mazeretime rağmen, kendimi -istemeden- faaliyetlere katkı verirken buldum.

Lügatimde "yasak savmak" olmadığı için, gönülsüzlüğüm üretkenliğime mâni olmadı!

Sonsuz şükürler olsun; kısa sürede önce "Peygamber"i tasarladım ve sonra "Ambermetre"yi...

İkisi de, yönetim bilimi alanında özgün/telif/uygulanabilir model projelerdi.

"Peygamber" muazzam bir şeydi! O kadar ki, konuya vâkıf bir yöneticimiz, bu modelin kurum bünyesinde uygulanmasının bir "devrim" olacağını düşünüyordu. 

Efendimizin Vedâ Hutbesi'ndeki bir sır, modele ruh ve renk vermişti!

Buna rağmen, beklenen devrim olmadı! Çünkü, model hiçbir zaman uygulanmadı! 

Kimse,  "Peygamber"in nasıl bir "keşif model" olduğuna ve model sahibiyle modele yatırım yapılması gerektiğine kafa yormadı!!

Çünkü, bu model onlara Amerika'dan gelmemişti! İthal değildi! Batı ürünü değildi!

Model, tarih aşarak Vedâ Hutbesi'nden gelmişti! Tarih de Batı tarihi değildi!

Üretken IQ da batılı değildi!!

Dolayısıyla, geçen 16 yılda modeli, benim dışımda herkes unuttu. 

Amerikalı olmadığım ve Amerika'da bulunmadığım için genç yaşımda "guru" olma şansımı (!) böylece yitirmiştim!

Bu tecrübeden sonra, herhalde diyorum; sahip oldukları ve dünyaca tanınan çok sayıdaki guruları sebebiyle Amerikalıların tuzu bu kadar kuru?! 

Biz ise, İslâm coğrafyasındaki mangalda kül bırakmayan "cennetlik müslümanlar" olarak,  tuzumuzun neden koktuğuna bir türlü akıl sır erdiremiyoruz! 

Fasulyenin "gurusuna" duyduğumuz iştah kadar, kendi öz kaynaklarımıza iştiyakımız yok!!

Farkında değiliz; bu acziyet ve aşağılık kompleksi bizi derinden ve hissettirmeden kuşatmış; uyuşturmuş!! 

Bu hâlimiz İslâm'a gölge ediyor! Bizim yüzümüzden, dünya İslâm'a gecikiyor!!

Söyler misiniz bana, bizim coğrafyamızdan kaç tane "guru" dünyaca tanınıyor ve kanaatleri dünyaya önderlik ediyor??

..........!!

Biz kendimize yazık etmiyoruz sâdece; dünyaya yazık ediyoruz!!

İslâm'ı dünyadan uzak tutan biziz!! Onu hayattan kopartanlar da!!

Ey ezik ama "cennetlik" (?!) müslümanlar!!

Kurân'dan-insana bakan bir zekâ vardır!! Bir de insandan-Kurân'a bakan zekâ!!

İşte, bu ikisine birlikte Kurânî Zekâ (QQ) diyorum, ben!!

Bunu,  tuzum "guru" olmamasına rağmen ve fakat tuzumuz daha fazla kokmasın diye söylüyorum!

Bunu içinizden biri olarak söylüyorum!!

Guru değilim; söylesem tesiri yok! 

Sussam, gönül râzı değil!


Neyzen Semazen


         

12 Mart 2012 Pazartesi

Söz Ola Kese Savaşı



Sözün gücü gerçektir!

Mucizeye dönüşebilir ve sihir tesiri yapabilir!!

Kurânî Zekâ dışında, bendeniz bu meselelere de kafa yormaktayım... O kadar ki, 2005 yılında "Söz Ola" adını taşıyan bir televizyon yarışma formatı tasarlamıştım. 

Yeni yarışma formatlarının televizyonlarda yer bulduğu ve büyük reytingler aldığı o dönemde, bizim tasarladığımız format sözün gücünü vurgulamakta ve Türkçedeki erozyona   "dur" demeyi  hedeflemekteydi.

İthal ettikleri yabancı televizyon programları sebebiyle bu alanda uzman olan dağıtımcı bir firma, formata ilgi göstermiş ve bize zaman ayırmıştı.  Format, bir çok yönden bu ilk testi başarıyla geçmişti. Ancak, daha sonra irtibat kurduğum yapımcı adresler, herhalde sözün gücüne yatırım yapmayı riskli görmüşlerdi ki bu yarışma formatı seyircisiyle buluşamadı...

Oysa, bugün TRT başta birçok televizyon kanalında sesi, diksiyonu ve Türkçe bilgisi spikerliğe müsait olmayan birçok insanın görev başında olması fevkalade düşündürücü!!

Doksanlı yılların "anchorman"lik furyası, bizi bu ürkütücü noktalara getirdi...

Sözün gücü, haberin gücüne yenildi!! Daha doğrusu, haberciliğin gücüne... (Habercilik de 28 Şubat'a!!)

"Her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsak" (?!) bu mağlubiyeti -sözün mağlubiyetini- her ana haber sonrasında sayısız defalar tattık!! 

Neticede, koca koca  "anchorman"lerin üssü haline gelen televizyonculuğumuz, sözün küçüldüğü/sesin kesildiği ve dolayısıyla Türkçeye zulmedilen bir mecrâ oldu!

2005'deki format, bu alanda uyanışa vesîle olmak hedefindeydi! Nasip olmadı!

Tevâfuk, aynı sene -Türkçe üzerine- Sn. Alev Alatlı tarafından kaleme alınmış bir metni "yüksek sesle" okumuşum... 

Nasipte, sizlerin de dinlemeniz varmış...

"Sözün bittiği yerden" döneceğimiz günlerin ümidiyle...

Neyzen Semazen



3 Mart 2012 Cumartesi

Dünya 'Eşekliğe Son' Günü


Bilmiyorum, başka bir "dünya günü" ile çakışıyor mu; ama ben bugünü "Dünya 'Eşekliğe Son' Günü" ilân ediyorum!! 

Bugün 3 Mart 2012!!

Eşeklerin kulakları uzun ve büyüktür... Buna rağmen işitme güçlerinin ne seviyede olduğunu bilmiyorum; araştırmaya da niyetli değilim!!

Diğer taraftan, kendi kulaklarım seslerinin ne kadar "çirkin" olduğunu tefrik edebilecek derecede açık! QQ seviyem ise Lukman:19'daki "eşek sesini" bilmezliğe mâni!!

Bu yüzden, biz de Hz. Lokman (a.s.) gibi yapalım ve onun evladını yüzleştirdiği gibi biz de bugün kendi eşekliğimizle yüzleşelim?! Hiç olmazsa bugün?! 

Elbette, bunu kendi beşerî tekâmülüz için yapalım!!

Ancak bir de bunu, toplumdaki cehâlet ve eşeklik çokluğundan "illALLAH" etmiş, nezih ve mütekâmil insanlar için de yapalım!! Neticede, kul hakkı var!! Milleti, uzun kulaklardan ve anırtılardan ikrah ettirmenin anlamı yok!! 

Çünkü artık, bu sevimsiz manzara karşısında "Arkadaşım Eşşek" şarkısı da vaziyeti sevimli kılmaya ve hoşgörmeye yetmiyor!!

Eşeklik edenlerin çoğaldığı bir devirde ve toplumda yaşamak, insana "eşek şakası" kadar ağır geliyor!! Böyle bir toplumda,  hayat giderek eşek şakasına dönüşüyor!!

Aklı başında bir insanın bundan rahatsızlık duymaması mümkün müdür?!

Dolayısıyla bugün, varsın "Dünya 'Eşekliğe Son' Günü" olsun?!

Bugün, anırma ile konuşmanın ayrıldığı; sükûtun altın ve dinlemenin "Hacer'ül-Esved" sayıldığı ve iletişimin beşeri münasebetlerdeki ayrıcalığına iman tazelendiği gün olsun!!

Bugün, parasız pulsuz ve kırtasiyesiz iletişim imkânlarının bolluğunda, bizlerden bir "teşekkür" veya bir "tebrik" veya bir "bilgi" olarak cevap bekleyenlerin cevapsız bırakılmadığı gün olsun!!

Bugün, ortalığa e-posta adreslerimizi salıp; o yoldan -bizleri adam sayarak- ulaşanlara, cevap yazarak eşek olmadığımızı gösterdiğimiz gün olsun!!

Bugün, eşekliğin her türlü alâmetine karşı teyakkuza geçtiğimiz ve Hz. Lokman'dan nasihat aldığımız gün olsun!!

Bugün, beşerin eşekleşmesinin eşekleri utandırdığını fark edeceğimiz gün olsun!!

Eşeklik bâkî kalmasın!!

Neyzen Semazen

20 Şubat 2012 Pazartesi

Aklın Yolu Bir Değildir / III


18 Şubat tarihli, görüntülü ve yorumlu bir haberde, Sayın Yaşar Nuri Öztürk'ün bir konudaki görüşlerine yer verilmiş.


Seyirciden gelen soru, Kurân'ın (Mushaf) parayla satışının günah olup olmadığı... 

Sayın Öztürk'ün cevabı, "Gayet tabii, günah!"...

Buradan başlayarak, Yaşar Nuri Bey Diyânet İşleri kadrosundaki imamların aldıkları maaşlara kadar yorum getiriyor ve bu yoldan elde edilen kazancı kendisinin - ve geçmişte babasının- "haram" saydığını söylüyor...

Ayrıca, bunun aksini kimsenin iddia ve ispat edemeyeceğini de sözlerine ekliyor... 

Görüntüleri izlediğimizde, Sn. Öztürk'ün görüşlerine temel teşkil eden üç unsur dikkat çekiyor...

1) Mushaf satışı, "dînî değer" satışı olarak yorumlanmış...
2) İmamlar, kıldırdıkları namaz için ücret alıyorlar... Namazı para karşılığında kıldırıyorlar... 
3) 15 yüzyıla-Osmanlı'ya gelinceye kadar kadrolu imamlık diye bir şey yoktu... Yâni, bu uygulamaya geçmişten bir sağlama yapmak ve uygulamayı geçmişin onayıyla aklamak da mümkün değildir!

Aklın yolu bir olmadığından veya  mütevazı QQ'um beni farklı yönlendirdiğinden olsa gerek, bendeniz Yaşar Nuri Bey'den tamamen farklı düşünüyorum... Ayrıca, vaktim olsaydı aksini iddia ettiğim gibi, bunu ispat da edebilirdim! 

Ancak, böyle bir konuda "Haram!" kaydıyla ortaya çıkıldığında, "ispat" külfetinin kime düşeceğini herhalde takdir edersiniz?!

Bu münasebetle, ispat külfetini üstüme almadan aksi yöndeki iddiamı kısaca izah edeyim...

Kurân, Peygamber Efendimize  "Kırtâs" hâlinde indirilmemiştir... (En'âm:7'inci âyete bakınız.)

Dolayısıyla, satılan şey "dînî değer" değildir; kırtasiyedir!

Mushaf basımı ve satışı çok kârlı bir iş ise ve satıcıyı meselenin sâdece bu yönü ilgilendiriyor olsa bile,  bu kazanç satıcıya helâldir! Yeter ki gayri meşrû ve gayri ahlâkî bir şeyin basımı ve satışı ile ilgilenmiyor olsun... 

Yeter ki, işi kırtasiye olanlar En'âm: 91'deki gibi melûn bir niyet taşımasınlar!

Diğer taraftan, imamlar rekat başına (!) ücretlendirilmiyorlar... Teravih namazları sebebiyle fazla mesâi ücreti de (!) almıyorlar... 

Şaka bir yana, imamların ve müezzinlerin aldıkları ücret, kıldırdıkları namaz için değildir! Eğitim hizmeti veren öğretmenler ve öğretim üyeleri gibi,  vakitlerini ve enerjilerini camiye ve cemaate hasrettikleri içindir!!

Bu vazifenin hakkını vermeye çalışanlara ne mutlu! Aldıkları ücret, bu değerli vazifenin karşılığı olamaz! 

Keşke, anaokulu/ilkokul öğretmenlerinden başlayarak,  imam ve müezzinlere varıncaya kadar bu hizmetleri îfâ edenler, en yüksek vasıflara sahip olsalar da piyasanın en yüksek ücretlerini alabilselerdi... 

Hülâsâ, camiîleri ve cemaatlarini "memur kılınmış" imam ve müezzinlerin sorumluluğuna vermek; daha öncesini bilmem ama, 18. yüzyıldan başlayarak zamanımıza kadar artan nüfus ve ihtiyaçlar dikkate alındığında şarttır!

Bu hizmetlerin "farzı kifâye" kaydıyla yürütülmesi,  artık imkânsızdır!!

Neyzen Semazen

16 Şubat 2012 Perşembe

Ajandam / III


1) Literatürde, üzerinde mutabık kalınmış bir "terör" tanımı bulunmuyor. Bununla beraber, teröre ilişkin zımnî olarak kabul görmüş tanımlar var. Daha önce, Kurân'daki terör tanımını deşifre etmek üzere bir inceleme yapma niyetim vardı. Ancak, çok derin bir çalışma gerektireceğini hesap ederek şimdilik vazgeçtim.


2) "Dünya Liborentinde İslâmî Bankacılık" başlığını taşıyacak makale için hazırlığım devam ediyor. Esaslı bir çerçeve çizmek istiyorum. Sektör pratiğinin dayandığı teorik esasların  itikâdî ve iktisâdî dayanıklılığını sorgulamak istiyorum.

3) Bir QQ incelemesi olarak "Ey Harun'un Kızkardeşi" çalışmamı derleyerek yayımlamak isteğim sürüyor.

4) Bir çeşit bilim-kurgu denemesi olarak sunmak istediğim  "Kurânî Zekâ Merkezi" hayalim sırada...

5) Kıyâmet'in "büyük ve iyi" alâmetlerinden sayılan "Mehdî" konusunda, bütün dînî veriler hep Kurân dışı! Konuya merak saranlar da, kendisini Mehdî îlan edenler de bir türlü konuya Kurân'dan delil bulamıyorlar!! Meseleye sâdece Kurân penceresinden ve QQ perdesinden yaklaşma ve inceleme niyetim hâlen var.


6) QQ'yu peyderpey açıklıyorum. Tam tekmil açıklamalar elbette kitabımıza kalacak. Bununla beraber, blogu düzenli tâkip edenler meselenin özünü inşaALLAH kavrayacak kadar veriye ulaşacak. Dolayısıyla, blogta Tefsir ilminin mîadını doldurduğunu ve QQ çalışmalarının aslında  Tevil ilminin mîlâdı olduğunu inceleyen müstakil bir makaleye de ihtiyaç var. 


7) Kalem Sûresi birinci âyet üzerinde inceleme yapmaktayım... Belki, bu incelemeden sürpriz bir makale gelebilir...

Neyzen Semazen

14 Şubat 2012 Salı

Şeytanî Zekânın Şerri



Dünya ekonomisinin bir meçhûle sürüklendiği günlerden geçiyoruz!

Kendi umranını başkalarının hüsranı üzerine kuran "kazulet" iktisâdın düştüğü bu duruma şaşırmıyoruz! Kazulet yerine "küresel" mi demeliydim yoksa?!

Fakat, ekonominin beraberinde neleri sürükleyip  götüreceğini ve ne kadar tahribat yapacağını bilmiyoruz!

Aynı dünyada yaşadığımız için "çoğul" konuşuyorum! Yoksa, ülkemiz için ekonomik alanda fazla endişeye mahal yok; çok şükür!

Bununla beraber, dünya coğrafyasının belki de en kritik koordinatlarına sahibiz! Koordinatlarımızın, bize tarih boyunca olduğu gibi istikbâlde de sorumluluklar ve görevler yüklemesi herhalde mukadder?! Müyesser olmasını ayrıca niyaz edelim.

Görüyoruz ki bu ekonomik kriz en çok "Birleşik Avrupa" hayâlini tehdit ediyor!

Şubat ayı itibariyle,  kriz en fazla Olimpos'daki "tanrıları" hırpalamış durumda... 

Olimpos sâkinlerinin gazâbından veya lânetinden "Birleşik Avrupa"yı korumak üzere bir "şeytânî zekâ" devreye girmiş olmalı ki, 10 Şubat'ta İtalyan basınından dünyaya bir "dedikodu" yayıldı... (1)

Buna göre, bir başpiskopos ve bir kardinal Papa'nın gelecek bir yıl içinde terki dünya eyleyeceğine dair bir şeyler söylemişlerdi ve yazmışlardı... (2)

Her ne kadar "dedikodu" dediysem de, ekonominin çözdüğü ve hırpaladığı Avrupa için "birleşme" idealini perçinleyecek bir "komplo"dan bahsediliyor aslında!

Acı reçetelerin tezgâhından geçecek bütün Avrupalı adreslerin, dayanmak için daha ağır ve fakat farklı kategorilerden travmalara ihtiyacı var?! 

Bu travma sakın, hıristiyanlığın tehdit edilmesi üzerinden kurgulanmasın?! 

Kamuoyunu buna ikna etmek için sakın, Papa üzerinden bir "11 Eylül" tasarlanmasın?!

"Birleşik Avrupa" hayâli için sakın, Olimpos sâkinleri ile Vatikan arasında bir tercih yapılmış olmasın?!

Maalesef, bu "dedikodu"nun gerçek olma ihtimali zayıf değil!

Maalesef, habere konu olan 12 aylık süre de küçümsenecek türden değil!!

Şeytânî kurgulara ve komplolara karşı hazırlık tâlim eden bir ferâsete ihtiyacımız var! Aksi takdirde baka kalırız!!

Hesap edelim ve ümit edelim ki, böyle bir mel'anet İslâm ile ilişkilendirilmesin... Ayrıntılarda gizlenmiş şeytan, bu ilişkilendirme için 1981'deki gibi bir "Ağca" bulmasın... Hatta, şirretini katmerlemek için kendisine "başörtülü ve etekli" bir manyak aramasın...

Hatta, bu fitne için yaz aylarını veya Ramazan'ı bekliyor da, pusuya yatmış olmasın???

Eğer, bütün bunlar sadece ve sadece bir dedikodu değilse -iyi niyetle-  metafizik istihbarat kaynaklı olduğunu da  düşünmek mümkündür!

Her ne olursa olsun; İslâm dünyası artık Târık: 15-16'dan(3) ilham alarak geleceği koruyacak ve oluşturacak bir ferâsete  muhtaç olduğunu kavramalıdır!!

Bu ferâsete ulaşmanın yolu ise Kurân'dan geçer!

Mukadderât Kurân ile şekillensin!


Neyzen Semazen