Hayâl etmek ve başarmak
arasındaki ilişkiyi hepimiz biliriz.
Hayal
dünyalarımızın konforundan hepimiz yararlanırız ve bu insanlığımızın en temel
fonksiyonlarındandır. Meşhur sözdür, “İnsan hayal ettikçe yaşar!”...
Bu yazımda
sizinle bir hayalimi paylaşacağım… Kurân üzerine bir hayal!
Hayal-Kurân
arasındaki bu serüvende tasavvufu arayacağım.. Hayal kadar subjektif ve Kurân
kadar objektif iki unsur arasında dengede kalmaya çalışacağım...
Kurân’ın
rehberliğinde bu dengeyi sağlamakta güçlük çekmeyeceğime dair bir güvene
sahibim!
Evet,
artık hayal kapısından Kurân boyutlarına giriş yapabilirim. İlk görüntü perdeye
yansıdı bile!
Hayal dünyamda
önce bütün kitaplar buharlaştı... Bir tek Kurân kaldı!
Bu
sınırsız gücün(hayal gücü) yetkisi ile hafızalara müdahale ettik ve hafızalardan
tasavvuf adına ne varsa, hepsini sildik… Ne yolu kaldı; ne yöntemi… Ne
mürşidi kaldı; ne müridi… Ne uçanı kaldı; ne de uçuranı!
“Tasavvuf,
Sûfilik” gibi terimlerin bile silindiğini söylememe herhalde gerek yok?!
Tabii olarak,
İslâm tarihinden bugünlere yâdigâr ne Kâdirilik kaldı; ne de Nakşilik ve
diğerleri!!
Hayal
gücümüzün gerçekleştirdiği bu sınır tanımaz operasyondan -elbette- Tasavvuf Ana
Bilim Dalı da nasibini aldı ve bu konuda ihtisas yapmış bütün akademisyenler
bir anda ünvansız ve işsiz kaldı!
Hayal gücümüzün
sağladığı bu inanılmaz konfor sâyesinde, Kurân ile başbaşa kaldık!
Vechi
tevcih (etmek)
Bu
bağımsız okuma esnasında Enâm-79. âyete takıldık…
Hz. İbrahim “innî
veccehtü vechiy…” ile istikâmetini ilân ediyordu...
"Ben hanif
olarak yüzümü, gökleri ve yeri fatr eyleyene döndürdüm. Ben
müşriklerden değilim.”
“Yüz” kendi
yüzüydü… “El-Fâtır”a vechini tevcih etmişti...
Ya “hanif” olduğu
için yüzünü doğru adrese tevcih edebilmişti; ya da vechini tevcih edebildiği
için “hanif” olmuştu??
Gâliba
ikisi aynı şeydi: “Vechimizi O’na tevcih etmek”...
Vechi
ikâme (etmek)
Ancak,
Kurân bununla yetinmiyor; vechimizden daha fazlasını bekliyordu…
Din
“kayyim” idi ve dîn-i kayyime hanif olarak vechimiz (yüzümüz) ikâme edilmeliydi!?
Vechi
islâm (etmek)
Bu
talepleri karşılayabileceğimi hayal ettim… Ancak, bu hülya da kısa sürdü!
Çünkü, Kurân’da
vechimizi ilgilendiren yeni bir aşama vardı… Bu aşamada kişi hanif olmanın
dışında “muhsin” de oluyordu!
Bakara-112, Nisâ-125 ve Lukman-22 âyetlerde “.. men
esleme vechehû lillah..” kalıbından sonra hep “ve hüve muhsinun..” tanımlaması
geliyordu…
Âyetler
söz birliği içinde sanki şunu deşifre ediyordu…
Hz. İbrahim’in
hanif olarak başlayan yolculuğu “halîl” olması ile
taçlanmıştı… Fakat, arada muhsin olmayı başarmak gerekiyordu…
Vechimizi Allah
için islam ederek veya bir başka nüansla vechimizi Allah’a teslim ederek
“muhsin” olabilmek yolunda hayal gücümü işletmeye başlamıştım artık!
Çünkü onlar,
bollukta ve darlıkta infak edebiliyorlar; öfkelerine yenilmiyorlar ve insanları
affedebiliyorlardı… (Âli İmran:134)
Kurân’da
sayısız ihsan örneği sunuluyor ve muhsinler açıkça taltif
ediliyorlardı…Bu durum, ister istemez bazı soruları gün yüzüne çıkardı… Öyle
ya, neden nefsimizden değil de hep vechimizden bahsediliyordu??
Yâni, neden
nefsimizi değil de vechimizi dîni kayyime ikâme ediyorduk ve neden nefsimizi
değil de vechimizi Allah için islâm/teslim ediyorduk???
Oysa,
Kurân belki de yüzlerce âyette nefs kelimesi ve türevleri ile açıklamalar
getiriyordu…
İlgili âyetler
incelendiğinde nefs kelimesi mânâ olarak sanki daha somut
olandan bahsediyordu?? Sanki, vech kelimesi nefsimizden çok
bizi temsil edendi ve fakat daha gizemliydi?!
Bizim bir sîmâmız
vardı… Ancak, vechimiz o değildi! Sîmâ da vechimizin bir yansımasıydı! “Sîmâhüm
fî vücûhihim min eser’is-sücûd…” (Feth:29)
Allah
aşkına neydi “vech”in hikmeti?!
Evet, kelime
olarak "vech" yüz mânâsına geliyordu… Peki bu her şeyi
açıklamaya yetiyor muydu??
Yetmiyordu!!
Li
vechillah
Nasıl
olsa, Kurân ile başbaşaydım;araştırmaya devam ettim.
Gördüm
ki, İnsan Sûresi 9. âyette bazı
insanlar, besledikleri insanlardan teşekkür veya bir başka karşılık beklemeden,
bunu sâdece li vechillah yapıyorlardı…
Rabb'in
vechini ibtiğa
Bazıları da
Rabbin vechini ibtiğa ederek güzellikler ortaya koyuyorlardı…
Salâtı
ikâme ediyorlar; gizli âşikâr infakda bulunuyorlar; kötülüğü iyilikle
savıyorlardı!
Râd:22 ve Leyl:20 bunu dileyenlere tahsis
edilmişti… “İlle’btiğae vechi rabbih’il-e’lâ”
Acaba, bu
âyetlerdeki "vech" Rabbimizin rızası mıydı? Yoksa, rızâyı da içine
alan daha soyut bir anlatım mıydı???
Üstelik, ben daha
insanın vechine ilişkin tatmin edici cevaplara ulaşmış değildim?!
Ancak, Bakara:207′ye ve 265′e baktığımda Yaradan’ın rızâsını
(vechini değil) orada açıkça gördüm: “İbtiğâe merdâtillah….”
Peki,
Allah’ı hoşnut (razı) etmeyi istemekle, onun vechini ibtiğa etmek arasında fark
olmadığını düşünebilir miydik??
Bunu
düşünmemize müsâde edilseydi; bu ifâde farklılıkları olur muydu??
Okumaya (İkra
ve rabbüke’l-ekrem) devam ettim…
Allah'ın
vechini irâde, murâd (etmek)
Evet,
bir kısım insanlar da vardı ki Allah’ın vechini murad edinmişlerdi… Bu
durumlarına paralel sergiledikleri ameller, hep daha âdil bir dünya içindi…
Cenâbı Mevlâ hem amellerinden hem de niyetlerinden birbirini tâkip eden iki
âyette bilgi veriyordu..
Vechini islâm etmekten
başlayarak; Allah’ın vechini murad edinmeye kadar okuduklarımda yer alan insan
modelleri, hep dünya ve insanlık için daha güzelini eyleme dökebilen
niteliklerle anılıyorlardı… Ortak özellikleri buydu!
Rabbimiz,
bir vech meselesi olarak farklarını ortaya koymuştu; ama ben farkları
kavrayabildiğimden pek emin değildim?!
Rabb'in
vechini irâde, murâd (etmek)
Benim
anlayışım kıttı… Ancak, Allah’ın izniyle aşarım ve bir gün anlarım ümidim çoktu!
Bu
ümidin verdiği enerji ile hayal gücümün koruma altına aldığı bu Kurânî
dünyadaki seferim, En’âm Sûresi’nin 52. âyeti ile karşılaşınca
zorunlu olarak son buldu!
Böyle
olunca, her şey eski hâline dönüverdi!!
Allah’ın
Resûlünü zâlimlerden olma tehlikesine karşı uyaran bir âyetti En’âm:52! Dahası 53. âyet bir fitnenin varlığından
bahsediyordu!
Bazı
insanlar vardı ve onlar Allah’ın değil -kelime olarak- Rabb'in vechini murâd
edinmişlerdi ve seherde gecede O’nu çağırıyorlardı…
“…
ellezîne yed’ûne rabbehüm bi’l-ğadâti ve’l-aşiyyi yürîdûne vechehû…”
Peki,
bunda ne mahzur vardı ki Peygambere onları kovmaması, “velâ tadrud” açıklığında
emrediliyor ve aksi durumun zulüm olacağı hükme bağlanıyordu??
Bununla
da bitmiyordu… Kehf:28′de aynı insanlar
hakkında Peygambere ve onun şahsında bize yeni tâlimatlar veriliyordu…
“V’asbir
nefseke ma’a…” emriyle onlarla beraber veya onlara karşı (?) sabırlı
olması; “..velâ ta’dü aynâke anhüm…” emriyle de gözünün
onların üstünde olması veya gözlerini onlardan ayırmaması isteniyordu??
(Devam edecek...)