|
www.jaumeplensa.com |
Sorular… Sorulaaaar?!
Cevaplarını veremedikçe veya bulamadıkça gözümde
büyüyorlardı ki birden dilimden dökülüverdi... “Bana seni gerek
seni!”
Aman Ya Rabbi! Bu mısra, sanki Rabb'in vechini murat
edişin Yunusca'sıydı?!
“Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa
yerinirim!
Aşkın ile
avunurum!
Bana seni gerek
seni!”
Garip olan, Yunus Emre kendisini hiçbir
kategoriye koymuyordu...
“Sûfîlere sohbet
gerek!
Ahîlere âhret
gerek!
Mecnunlara Leyla
gerek!
Bana
seni gerek seni!!”
Âdetâ, konu Allah olduğunda "vecih"
O’na “sen” diyebilmenin anahtarıydı ve
sanki bu kelime ile Allah’a havf, ittikâ ve haşyet ile yönelişlerin dışındaki
bir yöneliş anlatılıyordu: Aşk!
“Aşkın aldı benden beni! Bana seni gerek
seni!”
Tabii, bu arada Yûnus Emre’yi durdurabilene aşk
olsun…
“Gözüm seni görmek için, elim sana ermek için...
Bugün canım yolda koyam, yarın seni bulmak için!
Uçmak, uçmağım dediğin, mü’minleri yeltediğin;
Bir ev ile bir kaç hûri; hevesim yok
"uçmak" için!
Sûfîlere ver
sen onu; bana seni gerek seni!
Ben nasıl terk edem seni, şol bir ev ile çardak
için?!”
Hakikaten, En’âm:52,53 ve Kehf:28. âyetler birilerine
karşı Resulullah’ı tedbirli davranmaya yönlendiriyordu??
Âyetleri defalarca okudum!
“…yed’ûne rabbehüm bi’l-ğadâti ve’l-aşiyyi...” bir
açıklık getiriyordu; ama bu zâten güzel bir şey değil miydi??
Nitekim, bunu Yunus’ta görmek mümkündü…
“Dağlar ile, taşlar ile çağırayım
Mevlâ'm seni...
Seherlerde kuşlar ile çağırayım Mevlâ'm seni!”
"Garip” bir
durum olmalıydı ki, 53. âyet bir
fitnenin varlığından haber veriyordu… Gâliba, Yunus Emre de
aynı “gariplik”ten bahsediyordu…
“Dînin terk idenin küfürdür işi!! Bu ne küfürdür, imandan içeru??”
Peki, neden Emre’ye bu kadar takılıp kalmıştım?! Yoksa,
farkında bile olmadan Kehf:28’deki “velâ ta’dü aynâke
anhüm...” gereğince mi
davranıyordum?!
Bilmiyorum; belki de bu konular ağır gelmişti?!
Allah’ın/Rabb'in vechi bir yana kendi vechimiz hakkında bile yeterli
zemin etüdü yapabildiğimizden emin değildim?! Fakat, Yunus Emre sanki
bunu da çözmüştü??
Demişti ki...
“Beni bende deme; bende değilim!!
Bir ben vardır bende, benden içeri!!
Süleyman kuş dili bilir dediler!
Süleyman var, Süleyman’dan içeri!!”
Yukarıda geçmişti… Acaba, bu “benden içeri ben” olgusu
vechimiz olabilir miydi?? Biz "hanif" olarak "benden içeri
benimizi" mi tevcih ediyorduk “El-Fâtır”a?! Onu mu ikâme
etmeliydik dîni kayyime?! Onu mu teslim ediyordu muhsinler Allah’a???
Yine başa döndük… Sorulaaaar?! Yine sorular!
Ama bizim vechimiz, ama "ilâhi vecih" olsun;
âyetlerin ortaya koyduğunu akademik bir disiplin içinde adlandırmak gerekseydi,
“Teveccüh” uygun olur muydu??
Yoksa, tasavvuf denilen şey bu muydu?? Ancak, nerede başlıyordu
ve nerede bitiyordu?!
Meselâ, Yûnus kendisini "sûfî" olarak
bile görmüyordu?!
Meselâ, vechini Allah için islâm edenler tüme varmaya çalışıyorlar
da; Rabb'in vechini mûrad edenler tümden gelmeye mi
çalışıyorlardı??
Yoksa, Rabb'in vechini murad safhası, vechimizi Allah’a
teslim ettikten sonra gelen bir üst safha mıydı?? Var mıydı aralarında bir
bağlantı; yoksa farklı farklı haller, farklı modeller miydi??
Meselâ, hanif yaklaşımın sembolü olan Hz.
İbrahim (Selâmün alâ İbrahîm) Hz. Lût’tan (a.s.) önce
kendisine misafir olan operatör elçileri operasyondan caydırmaya
çalışmasına rağmen... (Hûd:74,75,76)
Kalbinin mutmain olabilmesi için Rabbimizin ölüleri nasıl
dirilttiğini kendisine göstermesini istemesine rağmen... (Bakara:260)
Nasıl oluyor da oğlu İsmail’i rüyasına tâbi olarak
–sorgusuz sualsiz- boğazlamaya tam teşebbüs edebiliyordu?! (Sâffât:102,103,104,105)
Peki, bu durum karşısında Hz. İsmail (a.s.) “setecüdinî
inşaALLAHu ma’as-sâbirîn” diyerek nasıl tam teslimiyet
gösterebiliyordu?! (Sâffât:102) Oysa, Hz. Mûsâ (a.s.) benzerî bir
durumda sabır gösterememişti?!
Indi ilâhîden kendisine rahmet verilmiş ve ledünnî ilim
öğretilmiş kişi (Kehf:65) karşısında, “setecüdinî
inşaALLAHu sâbiran..” sözü veren Hz. Mûsâ “e katelte nefsen
zekiyyeten biğayri nefsin..” (Kehf:74) diyerek
itiraz etmişti!!
Kısacası, muhsinlerin dünyasında da anlamamız gereken
daha çok şey vardı…
Evet, kulu ile Rabb arasında vecihler arası bir
teveccüh ilişkisi vardı… “Teveccüh” muhsinlerin dînin insan için
olduğunu ortaya koyan ihsanları ile gelişiyordu…Yâni, teveccühün ilâhi değeri
dünyadaki insânî değerleri de üretiyordu…
Çünkü, insandan insana teveccüh ihsan ile
oluyordu… Bir şeyler anlatabildiğimi pek zannetmiyorum… Çünkü, anlattıklarım
anladığımı zannettiklerimdir?!
Bu incelemeyi tenezzül edip sonuna kadar okuduysanız; bu
ancak "teveccüh" göstermenizdendir!
İhsanımız bütün vecihleriyle ziyâde olsun!
Neyzen Semazen